Savaşmayı daha fazla toprağa sahip olmanın ötesine geçirip düşmana, bazen de sivil halka vahşet uygulamaya ilerletince, vahşetin tarihini yazan aktörler tarihten kaçamıyor...
Savaş, savaş alanından çıkıp sivillere bulaşınca ve öfke halklara yöneltilince, vahşetin tarihi de yazılmaya başlanıyor ve sivillere acımamasıyla bilinen Cengiz Han, kelleden kuleler yapan Emir Timur akıllara geliyor
İnsanoğlunun farklı toplumlar olarak birbiriyle durmaksızın savaşması ve ülke edindiği toprakların sınırını genişletme, kaynaklarını artırma ve güvenliğini sağlama arzusuyla büyümek istemesi dünya tarihinin özetidir.
Savaş, savaş alanından çıkıp sivillere bulaşınca ve öfke halklara yöneltilince vahşetin tarihi de yazılmaya başlar...
Savaş meydanının dışında, sivillere yapılan türlü işkencelerle doludur dünya tarihi. Bu düşüncelerle vahşetin tarihini düşününce sayısız örnek doluşuyor insanın zihnine.
Tarih içinde vahşeti düşünürken, doğal olarak savaş alanının dışında insanın insana uyguladığı zulüm değerlendirilir. Düşmanı yenmiş olsa dahi, canını hunharca almak da, düzene karşı gelenlerin ibret olacak şekilde cezalandırılması da buna dahildir. Kudretin, gücün sembolü olarak şiddetli cezalandırma, otoritenin yönetilene mesajı, yöneticiye adaleti sağlamanın zorunluluğu, düşmana da gücünün gösterisi olmuştur. Örneğin Pers Krallığı’nda rüşvet alan hakimin derisinin yüzülmesi, sonradan göreve gelecek hakimin bu deriden yapılmış koltuğa oturtulması, caydırıcılığı örnekleyecek bir olaydır. Fakat savaşta üstün gelinen başka milletlere uygulanan vahşet, orduların şanının sembolizesi olmuştur. Yüzbinlerce kişiye kıyan Moğollar ve kelle kesmeyi imzası gibi gören Karadağlar buna en açık örnektir.
KAFA KESMENİN TARİHÇESİ
Bu yazı, her ne kadar “kafa kesmenin tarihçesi” olmasa da, tarihte vahşet denilince kelleden kuleler düşünülmeden olmaz. Kafa kesmenin insanlık tarihi boyunca var olduğunu Mısır Kralı Ramses’in elinde baltayla bir esirin saçından tuttuğu freskle anlıyoruz. Antik çağdan beri bir cezalandırma yöntemi olan kafa kesme, kimi toplumlarda esirlere, kiminde ise soylulara uygulanıyordu. Kılıç ya da giyotinle kesmek, kafası kesilen kişiye daha az acı çektirdiği için ayrıcalıklı bir ölümdü. Fransız İhtilali’nin armağanlarından giyotin, soyluların canını daha az yakarak almak için uygulanan bir yöntemdi. İlgi çekici bir konu olarak “kafa kesmenin tarihçesi”, mitolojiden başlayarak çok geniş bir zaman diliminde pek çok toplum ve kültürden örneklerle doludur.
Kesilen kafaların ağaca asılması ise isyankarların kafalarının asıldığı Çınar Ağacı’nı çağrıştırır. 1656 yılında meydana gelen bu olayda, Yeniçeriler, isimlerini belirledikleri bazı devlet adamlarının kellesini istemiş ve almış, kelleler çınar ağacına asılmıştı. Zaten Çınar Vakası’na Vaka-yi Vakvakiye denmesinin sebebi de Vakvak Ağacıdır. Vakvak Ağacı, Türk, Hint, Arap ve Fars mitolojisinin ürünüdür. İslam Mitolojisi’ ne göre cehennemde bulunan, meyveleri insan kafası olan efsanevi bir ağaçtan adını alan “Vakvak Ağacı” aynı zamanda tarihsel bir olaya ismini vermiştir.
Hint Okyanusu’ndaki adalardan biri olduğuna inanılan Vakvak Adası’nda yetişen ve bulunduğu adaya adını da veren Vakvak Ağacı, dallarının uçları veya meyveleri insan ya da hayvan şeklinde olan ve vak vak şeklinde ses çıkaran efsanevi bir ağaçtır.
İYİ ORDU KAFA KESMESİNDEN BELLİ OLUR?
Jezernik’in “Vahşi Avrupa”sında Kelle Avı Tutkusu bölümünü okurken; 19. Yüzyıldan itibaren ele alınan kelle kesmenin, hem askere, hem sivillere gözdağı vermek ve iyi bir ordu olduğunu göstermek için uygulandığı dikkati çekiyor. Vahşi Avrupa’da Karadağlıların savaşta öldürdükleri düşmanlarının başlarını kesip kahramanlıklarının bir göstergesi olarak saklamaları, baş kesmenin alçak düşmana karşı kazanılan zaferin delili ve bu toplumda itibar kazanma vesilesi olması anlatılıyor.
Karadağlılar, savaşta esir aldıkları askerlerinin başını keserek itibar ve şereflerini artırdıklarını düşünüyorlardı. Çetine kalesinde, mızraklara dikilerek sergilenen düşman askerinin kesik kellesi eksik olmazdı.
Hatta bir rahibin intikamını almak için Karadağlıların 33 baş kesip bunları sırıklara taktıkları ve şehirdeki Türk kadınların görebilecekleri yerlere diktikleri bilinir. 1858’deki Kolaşin Savaşı’nda bin tane başın kesildiği söylenirken, 1862 yılında Nikşiç’te bu rakam 3700’dü. Kadın ve çocuklarınkini de içeren bu başlar ya Vladikanın evinin önündeki yığına ekleniyor veya Çetine’nin yukarısındaki yuvarlak kulede mızrakların ucuna takılıyor ya da civardaki evlere ve ağaçlara asılıyordu.
MOĞOL VAHŞETİ
Tarihte vahşeti konuşurken, büyük ölçüde katledilen insan sayısının fazlalığından, zihnimiz bizi doğruca Moğollar’a götürüyor. Dünyanın beşte birine hükmeden Cengizhan’ın fetihlerinden fazla düşmanlarına uyguladığı vahşet ve kaç milyon kişiyi öldürdüğü daima tartışılır. Milyonlar rahatça telaffuz edilir.
Kurduğu korku imparatorluğu, düşmanlarına korku salmakta belki düşündüğünün ötesine geçti, belki de istediği tarihin kendisini böyle yazmasıydı. Orta Asya konusunda Türkiye’nin en yetkin isimlerinden birisi olan, aynı zamanda master danışmanım Prof. Dr. Mehmet Alpargu Hoca’dan yıllarca aldığımız Moğol ve Orta Asya tarihi ile ilgili derslerde hikaye gibi dinlediğimiz savaşlar ve cezalandırma yöntemlerini hatırlamak kaçınılmaz oldu.
Olayları dönemin koşullarıyla ele almaya çalışmak, bir tarihçinin hangi konuda çalışırsa çalışsın, yapmakla yükümlü olduğu bir görevdir. Mevzu Cengizhan ve Moğol tarihi olunca düşmanı o denli barbarca cezalandırmanın sebebini anlamak olsa da... Dağınık bir yapıda, kontrolsüz boyların birbirine karışık olarak yaşadığı ve Alpargu hocamın her zaman hatırlattığı “Bozkırın kapısı yoktur” deyiminden yola çıkarak, Cengizhan’ın da burada bir otorite haline gelmek için aldığı “sert tedbirler” günümüz anlayışına göre bize doğal olarak barbarca ve acımasız gelir. İşte bu otoriteyi içeride sağlamak için yasalar çıkarmış, dışarıda gücünü kabul ettirmek içinse düşmanlarının korkulu rüyası olmuş.
Yaşamı boyunca kaç kişiyi öldürdüğü tarihçiler arasında hep tartışılan, bazılarına göre 40 milyon kişiyi, bazılarına göre dünya nüfusunun yüzde 11’ini öldürttüğü iddia edilen Cengizhan, birbiriyle hiç ilgisi olmayan klanları etrafında toplayarak büyük askeri zaferlere imza atarken, geride bıraktığı her yeri yakıp yıkması ile bilindi hep. Kendisi Şamanist olsa da; liyakata daima önem veren Cengizhan, etrafında yetenekli olduğu sürece asker, zanaatkar, Hristiyan, Budist ve Müslümanlara yer vermekten çekinmiyordu. Hatta bir savaşta kendisine isabet etmek üzere olan bir oktan kurtulmuş ve esirlerin arasına giderek o oku kimin attığını sormuş, öne çıkan askere ordusunda yer vermişti. Ayrıca hangi dinden olursa olsun, alimlere büyük önem verirdi.
KULAĞINA GÜMÜŞ DÖKÜLEREK ÖLDÜRÜLEN VALİ
Zor bir çocukluk geçiren Cengizhan, babasını küçük yaşta kaybetmiş, babasına tabi olan kabileler onları terk edince büyük baskılara maruz kalmış, hatta babasının sağlığında nişanlandığı Börte Fuçin, Merkitler tarafından kaçırılmıştır. Etrafına topladığı Moğol kabileleri ile kendisine bir devlet kuran Cengizhan, oğullarıyla birlikte etkili seferler yaparak ülkeleri yağmaladı, sınırlarını genişletti. Bunların hepsini acımasızca gerçekleştiren Cengizhan’ın Merv’de 1 milyon 300 bin kişiyi öldürdüğünü Tarih-i Cihangüşa yazar. Yine bu kaynağa göre Nişabur’da intikam için kediler ve köpekler dahi katledildi. Gürgenç neft ile ateşe verildi, zanaatkarlar hariç halk katledildi. Bu dönemde İslam Türk dünyasının en önemli devletlerinden birisi olan Harzemşahlar, Moğollar’la karşı karşıya gelmek istememesine rağmen, bu kaçınılmaz olmuştu.
Moğolların gücünü hafife alarak Cengizhan’ın gönderdiği elçilerin saçlarını ve yüzlerini yaktırarak gönderen Harzemşah hükümdarı Alaattin Muhammed, korkunç bir saldırıya maruz kalmış, Otrar’da Vali İnalcık, kulağına gümüş dökülerek öldürülmüştür. Hazar Denizi’ne kaçarak bir adaya sığınan Alaattin Muhammed ise burada açlıktan ölmüştü. 1224 yılında Harzemşah ülkesi artık Moğollara aitti. Semerkant da Moğol barbarlığından nasibini almış, acımasızca yağmalanmış ve taş üstünde taş kalmamıştı.
Cengizhan’ın 1227 yılında ölümünden sonra Moğol ilerleyişi devam etti ve Türkiye Selçuklu Devleti de hedefe girdi. Buradan sonrası Celaleddin Karatay’ın etkisinin olduğu yıllar ve Moğol hakimiyetini tanımalarına kadar gider, bu da ayrı bir yazı konusudur.
Bir de içeride idareyi sağlamak için koyduğu yasalar vardır ki, Moğol halkı bu yasalarla uzun yıllar yaşadılar. Cengizhan’ın devletinin yasaları bize her ne kadar tuhaf gelse de; o günün ihtiyaçları ve zaruretleri doğrultusunda oluşturulan bu yasaların tamamı Cengizhan’ın ortaya koyduğu kurallar değil, Moğol hukuk ve törelerinin bir araya getirilmesidir. Timurlular da dahil olmak üzere, İslamiyeti seçen Moğollar bile bu yasaları uygulamışlardır.
Kurduğu devlet ve uyguladığı acımasız sistemle dünyayı kasıp kavuran Cengizhan, yasaları ile toplumda adaleti ve sükuneti, idarecilere tabiyeti sağlamayı amaçlamıştı.
Moğollar, teslim olmayanları kadın-çocuk demeden ortadan kaldırırdı. Hatta çağdaşı olan İbnü’l Esir, Hz. Adem’den beri insanlığın maruz kaldığı en büyük felaketin Moğol istilası olduğunu belirterek “Keşke annem beni doğurmasaydı da tüyler ürpertici zulüm ve katliamları görmeseydim” demiştir.
TİMUR’UN KELLEDEN KULELERİ
Arap kaynaklarından bambaşka okunan Emir Timur da kelleden kuleleri ile bilinir. Arap kaynaklarının “öldürdüğü insan sayısını Allah’tan başka kimse bilmez dediği Timur, Nizamuddin Şami, Zafernamesi’nde bir şehri fethettikten sonra, ölen askerlerin kellelerinden kule yapması ile kaydedilmiştir. Nizamuddin Sami, “Tikrit kalesinin alınmasından sonra ordu galip gelerek düşmanları yakalayıp getirdiler. Reayanın askerlerden ayrılması için sadır olan emir üzerine reayayı ayırıp koşunlarını emirlerine bağışladılar, müfsitleri ve haramileri öldürdüler. Başlarını top gibi meydana attılar ve onlardan minareler ve künbetler vücuda getirdiler. Bundan sonra kaleyi yıkıp toprakla beraber ettiler, nihayet fena işlerinin cezası kendilerine erişti...” diye bahseder...