Sorumluluk duygusu, Tanrının canlılara bir armağanı olarak düşünülebilir mi? İnsana demedim, canlılara… Birçok hayvanın, yavrularını koruma içgüdüsüyle hareket ettiğini, hatta kimi zaman kendi hayatını sonlandırma pahasına onları koruduğunu biliyoruz. Bu, sorumluluk duygusuna dâhil midir? Cevabımız evet değilse; büyük ihtimalle içgüdüyle hareket etmenin sorumluluk olamayacağını, hayvanların insiyakî tavırlarının onların ontolojik varlıklarının ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyleyeceğiz. O zaman yargıyı değiştirmemiz gerekir: “Sorumluluk duygusu insana has bir armağandır” demeliyiz.
Hz. Allah, Kur’an-ı Mübin’de “Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi.” Buyuruyor. Kimi müfessirler bu ayetteki ‘emanet’ kavramının işaret ettiği varlığın ‘akıl’ olduğunu söylerler. Şu halde insanın emaneti yüklenerek bir sorumluluk altına girdiğini söylememiz mümkün. İnsanı diğer varlıklardan ayıran aklı sayesinde emaneti koruma sorumluluğunu üstüne aldığını anlıyoruz. “Sorumluluk duygusu insana has bir armağandır” yargısını bu yönüyle düşündüğümüzde çok pahalı/değerli bir armağan olduğu gerçeğiyle de yüzleşmemiz gerekir. Zira ayetin devamı, sorumluluk duygusunun aynı zamanda ağır bir imtihan olduğunu da gösterir: “O, gerçekten çok zalim ve çok cahildir.”
Roland Barthes, edebi eserin oluşum sürecinde edibin tavır alışını belirtmek için zahiren birbirine benzeyen iki kavram kullanır: ‘Yazan’ ve ‘Yazar’. Esasta ise bu kavramlar arasındaki farklılık bir harften çok daha fazlasıdır. İlkinin itici gücü görünme/bilinme isteğidir. Acelecidir; öğretmek ya da açıklamak gayesiyle canhıraş bir mücadele içindedir. İkincisi görmek/bilmek ister. Temkinlidir; gayesi öğretmekten çok öğrenmektir. Söz konusu ‘sorumluluk’ olduğunda her ikisi de sorumluluk duygusuyla davrandığını söyleyecektir. Esas soru ise ‘ne’ye karşı sorumlu olduklarıdır.
‘Yazan’ yazdığıyla kalsın, benim işim ‘Yazar’la… Yazardan kastım kurmaca yazarlarıdır. Daha özelde roman yazarları. Yeni Türk edebiyatını uzun süre meşgul eden; sanatın toplum için mi sanat için mi yapıldığına ilişkin tartışmayı hatırlayalım. İlk dönem Romantik yazarlarımız edebiyatın toplum için olduğuna inanırdı. Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi vs. Kendilerini topluma karşı o kadar sorumlu hissederlerdi ki; mesela Ahmet Mithat Efendi romanın ortasında mevzuyu keser ve okuyucuya ders vermeye başlardı. Meşhur romanı “Felâtun Bey’le Râkım Efendi” de; Râkım Efendi lehine taraf tutmaktan çekinmez, Felâtun Bey’i yerden yere vururdu. Bütün bunlar sorumluluk duygusunun gereği idi kuşkusuz. Kendilerini topluma karşı sadece entelektüel düzeyde değil, bütünüyle sorumlu hissediyorlardı. Sanatın kendisinden gayrı bir amacının olamayacağını savunanlarda ise toplum eğitimcisi olma düşüncesinin yerini form-teknik-estetik endişesi almıştır. Valery, “Asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir amacı yoktur. Kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün soyluluğu da buradan gelir. ”der. Sorumluluk, sanatın kendisinedir.
Yazar, her halde sorumluluk hisseden kişidir. Benimsediği anlayış ne olursa olsun; okura, sanata, topluma, kendisine… Tolstoy, “Günlük” ünde “Büyük kusurum: gurur. Uçsuz bucaksız, nedensiz bir benlik duygusu… O kadar hırslıyım ki, ün ile erdem arasında bir seçme yapmam gerekse, birincisini seçerdim sanıyorum.” Diyor. Görüldüğü gibi sorumluluk duygusu bazen benlik üzerinde toplanır. Tolstoy, şöhretin afet olduğunu biliyordu şüphesiz; fakat benlik (bizdeki manasıyla nefs) kontrolü ele alınca sorumluluk duygusu bir çeşit ‘sorumsuzluk’ olarak da tezahür edebilir.
Rasyonalizm, insanın aklı sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceği, başka bir ifade ile gerçek bilginin kaynağının akıl olduğu düşüncesine dayanır. Bu fikir, insanın giderek Tanrılaşmaya başlamasına zemin hazırlamıştır. Dünya edebiyatının ilk romanı kabul edilen “Don Kişot” için G. Lukacs, “Tanrının bırakıp gittiği dünyanın bir destanıdır.” Demişti. Uzun bir süre batıda roman, yalnızca edebi zevk verecek bir tür değil; köhnemiş, yozlaşmış bir dünyayı yeniden kurma anlayışının taşıyıcısı olmuştur bu yüzden. Roman yazarı, insanlara yaşanabilir bir dünya yaratan Tanrıdır artık. Tanrılaşma temayülü, sorumluluk duygusunun en üst seviyede hissedildiği bir noktaya taşımıştır yazarı.
Kurmaca yazarının Tanrılık iddiası edebiyat bağlamında kabul edilebilir bir durumdur. Olay örgüsü, zaman, mekân, iç içe geçmiş ilişkiler yumağı, çoğu zaman bir insandan fazlasını ifade eden karakterler vs. Tüm bunlar yazarın muhayyilesinin ürünü birer yaratış örnekleridir. Yine de yazar felsefi anlamda sınırlı bir yaratıcı olduğunun farkında olmalıdır. Müslüman bir yazar “Mutlak Yaratıcı” nın Allah olduğunu bilir. Dolayısıyla sorumluluğunun sınırlarının da aklının sınırıyla eş düzeyde olduğunun bilincindedir. Batıda da aklın sınırlı bir kapasiteye sahip olduğu fikrine ulaşan filozoflar oldu. Örneğin E. Kant, “Saf Aklın Eleştirisi” nde rasyonalizmin yücelttiği aklın da bir mutlak yaratıcının eseri olduğu fikrine varmıştır. Buna rağmen uzun bir süre roman yazarları Tanrılık iddiasından vazgeçmediler. Çünkü yaşadıkları çağ ezilmiş, horlanmış insanlarla dolu idi. Bu insanların umudu olmak istedi roman yazarları. Onların Tanrılık iddiaları edebiyatın sınırlarını zorlayan bir noktaya ulaşmış oldu böylece. Bir yazar bu kadar büyük bir sorumluluğu üstlenmeli midir?
Bence yazarın sorumluluğu eseri üzerinde yoğunlaşmalıdır. İyi roman her yönüyle bir bütündür. Yazar, bu bütünlük içinden şahsiyetini çıkarmayı bilmelidir. Kendi kişiliğini/varlığını silikleştirdiği nispette karakterlerine hayat verebileceğini düşünüyorum. Büyük Yazar dendiğinde biz Büyük Eser Sahibi olarak okumalıyız bunu. Yazardan çok eseri konuşmalıyız. Hakiki yazar, adını değil eserini yaşatmaya çalışan kişidir. Eseri yaşadıkça o ölür.
Ve ölülerin sorumluluğu yoktur.