Bazen anılarımızı, yaşadıklarımızı gençliğe, çocuklarımıza anlatmamız gerektiğini düşünürüm.
Tarih neden yazılır ya da tarih neden okutulur, geçmişten ders alınarak geleceği yorumlamak ve gelecekte az hata ile daha başarılı olmak için tarih çok önemlidir.
O yüzdendir ki, çocuklarımıza yaşadıklarımızı, tatlı bir anı olarak, işi mizahsal hale getirerek, sıkmadan, ezmeden, tebessüm ile sevdirecek şekilde anlatırsak onlar da yaşadıkları imkânlara daha çok sahip çıkar ve kıymetini bilirler.
1950 yıllarda Anadolu da yokluk, fakirlik var, benim nahiyem Akviran’da, kıt-kanaat geçinen insanlar çocuklarını okutmak için resmen imece oluşturmuşlar.
O yılarda babam ilkokulu bitiriyor ve rahmetli dedem çiftçi fakir bir köylü, ilkokulu köyde bitiren babamı şehirde okutma imkanı yok. Bu arada bir büyükleri o zaman ki Akviran nahiyesinden babam ve birkaç çocuğu alıp Sarayönü Ziraat Okulu’na sınava götürüyor.
Babam ve nahiyemizden gelen birkaç arkadaşı orada 3 yıl okuyorlar. Okul bittikten sonra lise okumaya maddi güçleri yetmediği için çalışmaları gerekiyor ve babam ortaokulu bitirdiği sene, 15 yaşlarında iken civar köy okulların birinde vekil öğretmenlik yapıyor ve ailesine katkıda bulunuyor.
1 sene sonra yine bir yüzbaşı akrabası nahiyemize geliyor bu sefer yine üç-beş genci Ankara’ya askeri okul sınavlarına götürüyor, bu gençler başarılı olup Ankara’da okuyorlar ve memuriyet hayatına başlayıp kendilerini kurtarıyorlar.
Hem kendi geçimlerini temin ediyor, hem de ailelerine destek oluyorlar, çünkü aldıkları maaşın bir kısmını ailelerine gönderiyorlar.
O dönemde maddi imkânı olan liseyi okuyor, üniversiteye devam ediyor, olmayanlar ise yatılı öğretmen okulu, yatılı askeri okul ve buna benzer devlet destekli okullara gidiyor.
Bu okullara da yine eğitimli büyüklerinin destekleri ile gidiyorlar. O büyükleri onlara hem maddi hem de manevi destek oluyor, kendi hemşerisini, köylüsünü okutmayı elinden tutmayı bir borç biliyor.
Bu döngü o dönemlerde hep devam ediyor. Kardeşini, akrabasını, komşusunu, köylüsünün çocuğuna bir şekilde yardımcı olmak için elinden geleni yapıyor.
Öylelikle o dönemlerde Toroslar’da, kırsal bölgelerde, kıraç arazinin çocukları, gençleri okumak zorunda oluyor ve de okuyor.
Birkaç yıl önce oğlumun okulunda müdür yardımcısı, beni bir gün, okul aile birliği başkanı olduğum için kayıp eşyalar odasına götürdü. Kayıp odasında onlarca kıyafet ve spor ayakkabısı vardı. “Bana dönüp başkanım bir çocuk nasıl spor ayakkabısını unutur sizce normal mi? Aileler sorumluluk vermiyorlar mı?” diye konuşurken, müdür yardımcısına dedim ki, Sayın Hocam bunlar gayet normal, çünkü çocukların, 3-5 hatta daha fazla spor ayakkabısı var o yüzden hangisini kayıp ettiğinin bile farkında değiller, dedim.
Bizim zamanımızda ben ortaokula başladığımda, spor ayakkabısı evde 1 taneydi, o ayakkabıyı beden eğitimi dersinde, bir ben diğer derste de ablam giyerdi, tek olduğu için kaybetme şansımız yoktu, o ayakkabıya gözümüz gibi bakmak zorundaydık.
Şimdi kendimize soralım, peki sorumsuz olduğunu düşündüğümüz çocuklarımız mı suçlu? Yoksa biz giymedik, yemedik, içmedik deyip de abartan biz aileler mi suçlu?
Bunun cevabı belli ama yine de okuyanlar karar versin diyorum.
Sözün özü “Yokluğu görmeyen, varlığın kıymetini bilemez.”