“Yazılarındaki felsefi derinliği ile okurlarının ufkunda yeni pencereler açan bir yerli kalem” olarak tanıdığım değerli yazar Sümeyra Tüzün’ün, son yazısını okuduğumda veda yazıları yazmanın o kadar kolay olmadığını görmüştüm satır aralarında. Yazı mıdır yazdığınız yoksa sızı mıdır çektiğiniz anlayamıyorsunuz. Okuruyla dertleşmeye bağımlı ve elbette yazdıklarının karşılığı olan bir yazar için aşılabilir ve anlaşılabilir bir durum değil. Bu nedenle hiç “veda yazısı” yazamadım…
6 senedir Konya matbuatından uzaktayım. Bir zamanlar gecemiz gündüzümüz haberdi, şimdi haberi tadıyla, tuzuyla okuyamamanın, polemiksiz köşelerde “usta kalem” geçinenlere bakıp da geçmenin ıstırabını yaşıyorum. Suya sabuna dokunmayan, günü “kurtaran”, “sade suya tirit” yazılar yazmak, “kaleme ve yazdıklarına” zulüm gibi geliyor.
Sahi “okuyan” var mı? Okumanın yerini bakmanın aldığı, bakan ama görmeyen binlerce hakikat körünün oradan oraya koşuşturduğu modern kentlerde yazı asırlık çınar gibi duruyor. “Çınarları selamlayan” olmadığı gibi “Kalemi ve yazdıkları”nı da bir gören olmuyor. Bakıp da görmeyen onlarca, yüzlerce hatta binlerce hayranınız var, ancak ne yazdığınızdan, ne de anlattığınızdan bîhaber. Her beğeni ya da paylaşım, zoraki mutluluk tebessümü düşürüyor çehrelere. Etrafınız konuşamayan sanal hayranlarla doluyor.
Mesela okuyandan çok yazanın olduğu bir memlekette hiçbir şey üretmeyip üretenleri eleştirmenin adını köşeyazarlığı koymuşlar. Yerel gazetelerin köşelerinde bile ne ahkâmlar kesiyor, ne hükümetler yıkıyor birileri, malum... Ufku Takkelidağ’a yetmeyen kimi yobazlar, Arakan’dan Mostar’a tüm ümmet coğrafyasının gözbebeği adamlarımıza “çakma”yı marifet sanıyorlar.
Bakmayın bu şehrin ekmeğini yiyip suyunu içen kimi yazar müsveddelerinin, ulusal gündemi yerelleştirme kolaylığına sığındıklarına. Muhabir, bilmem neresinden ter akıtarak toplantı kovalarken, bu güruh da malum arama motorundan copy past etme kurnazlığı içinde kasım kasım dolaşıyor. Ne yazık ki kıyamete kadar nesli tükenmeyecek bir canlı türü olarak kalacak bunlar, matbuat aleminde.
Bizse işimize bakacağız. Hayallerimizi yazmanın kaderimizi yazmak olduğuna inanıyoruz çünkü. Sevinçlerimizi de kederlerimizi de yazacağız. Bir de 657’ye tabi bir köle sıfatıyla fincancı katırlarını ne kadar ürkütmek mümkünse o kadar ürküteceğiz. En az yirmi kez sanık sandalyesine oturmuş ve tabi ki “ayar”lanmış bir sabık gazeteci olarak tüm “iyi saatte olsunlar”a arada bir selam göndereceğiz. Bağlı olduğumuz kurumlardan ve amirlerimizden söz edeceğiz. Adının önünde “başkan” olanlara, seçilmiş olduklarından ve bilmem kaç yüzbin insanın sorumluluğunu taşıdıklarından, ceketimizi ilikleyeceğiz.
Hane sahibinin bize açtığı bu köşeyi “yastık minder”le döşeyeceğiz yani. Işıklı panolardan, kent mobilyalarından hayatımıza sarkmalarına izin vermeyeceğiz. Akyokuş dururken çok katlı plazaların balkonlarına çıkmayacağız. Gadınlar Bazarı esnafı yerinden edilmeden AVM’leri yazmayacağız. Yirimizi yurdumuzu bilecek, İstanbul Caddesi kaldırımlarında “Alagova domatisi” satan “Gara Dakım” teyzelerin “yirli” muhabbetine ortak olacağız.
Bu şehri seviyoruz, azizim. Kapu Camii’nde ikindiyi kılıp, Attarlar İçi’nden yürüyerek bir çay nasibine vardıysan sen de seversin. Belde-i Muhayyere olmasa da sevilecek bir şehir burası. Yazalım öyleyse… Mâlum “özgürüz” biz…