Milletlerin hayatında bazı şahsiyetler; kendi zamanlarını doldurdukları gibi, sonraki çağlara da ilham vermeye ve bu yolla milletini her devirde irşad etmeye devam ederler. Almanlar için Goethe, İngilizler için Shakespeare,
İranlılar için Firdevsî bu neviden büyük şahsiyetlerdir.
Türk milletini yedi asırdan fazladır ruh iklimlerinde besleyen, can kulağına “aşk” deyû fısıldayan, ilahileriyle gönül paslarını temizleyen biri var ki biz onu Yûnus Emre diye biliriz. Bildiğimizi vehmederiz yahut! Zira o; Miskin Yûnus, Derviş Yûnus, Âşık Yûnus, Koca Yûnus, Tapduk Yûnus gibi türlü isimlerle çıkar karşımıza. Bizi şaşırtmak ister gibidir. Ne doğduğu ne öldüğü tarihi tam olarak bilmiyoruz. Hem çok yaşamış, hem hiç yaşamamış gibidir. Mezarı da aynı şekilde sırlıdır. Eskişehir, Bursa, Karaman, Isparta, Erzurum, Sandıklı gibi en az on yerde mezarı vardır. “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz” demişti. O, şüphesiz milletini sevdi, milleti de onu. Yeni bir isim verdi Türk milleti ona: Bizim Yûnus. Bile/isteye gizler kendisini bizden. Nerede doğduğunu, nerede öldüğünü de bilmiyoruz. Evlenmiş miydi? Çocuğu var mıydı? Baştan sona muammadır. Gerçek olan ise perişan bir haldeki Anadolu’da şiirler söyleyip, ümitsiz millete ümit ışıkları saçıp kaybolan bir yıldızdır o. Nurettin Topçu’nun ifadesiyle en güzel ölümüzdür o bizim. Tanpınar, “O daima tek başınadır.” der. “Eğer muhakkak
bir kalabalığa katılacaksa, bu kalabalık şüphesiz kendisinden sonra gelenler, yaptığı işi devam ettirenlerdir.
Bâkî’dir, Nef’î, Nedim, Fuzulî, Şeyh Galib, Hâşim, Yahya Kemal’dir.”Adının Yûnus olması, tek başınalığına delil gibidir adeta. Kur’an, bize Yûnus peygamberin kıssasını anlatır. Balığın karnında tek başınadır o da. Burada geçirdiği süre boyunca pişmanlık gözyaşları döker Hz. Yûnus. Sonunda balık onu kıyıya bırakır. Zulmetten aydınlığa çıkıştır bu. Yûnus Emre de adaşı olan peygamber gibi türlü çilelerden sonra bulacaktır ferahı. Mürşidi Tapduk Emre’nin dergâhında kırk yıl odun taşıdığı ve hiç eğri odun getirmediği rivayet edilir. Bir aralık dergâhtaki vazifesinden usanıp dağlara kaçar. Üç dervişle karşılaşır.
Sohbetten sonra yemek duası yapar birisi. Bir sofra peyda olur, doyururlar karınlarını. Ertesi gün dervişlerle bir bağa giderler. Bağın bakımını bitirdiklerinde sorar Yûnus, “Kimindir bu bağ?” “Bilmeyiz” derler, “Hak rızası için çalışırız biz.” Yûnus şaşırır. Akşam olunca diğer derviş dua eder, bir sofra peyda olur. Yine doyarlar. Sonraki
gün dua sırası Yûnus’tadır. “Nasıl dua edersiniz siz, bilmem” der. Dervişler, “Tapduk Emre dergâhında bir derviş Yûnus var, onun hürmetine isteriz” derler. Yûnus, oracıkta donar kalır adeta. Gözyaşlarıyla döner dergâhına.
Onca isminin arasına bir isim daha ekler: Gafil Yûnus. Odun taşırken, kendisinin nerelere taşındığından haberdar olur. Kim bilir, belki de “Bir ben vardır bende benden içeri” mısraını da o vakit söyleyivermiştir. Yûnus’u anlamak için tasavvufa, oradan da Vahdet-i Vücud’a gitmek lazımdır. İslam mutasavvıflarının bir kısmı kâinatı Allah’tan ibaret görür. Allah’ın eşya olarak görünüşü, bizimle ulûhiyet arasındaki bir perdeden ibarettir. Var olan yalnızca ‘O’dur. Âlem ile Allah arasındaki
ikiliğin kaldırıldığı bu düşünceye vücutların birliği anlamında Vahdet-i Vücud denmiştir. Beyazid-i Bistâmi’de ilk filizlerini veren bu düşünceyi Muhiddin-i Arabî doktrin haline getirmiştir. Yûnus’a gelinceye değin Hallac-ı Mansur, Sadrettin Konevi, Mevlana Celaleddin-i Rumî gibi nice mutasavvıf, bu çileli yoldan geçmişlerdi. Yûnus, ikiliği ortadan kaldırınca, “Ballar balını buldum kovanım yağma olsun” diyecekti. Tasavvuf, aklın değil aşkın hüküm sürdüğü bir yol olarak tasarlanmıştı. Yûnus,
aşk ile konuşmaya başladıktan; başka bir ifadeyle çiğlikten geçip piştikten sonradır ki: “Aşkın aldı benden beniBana seni gerek seni” demiştir.Yûnus’un yaşadığı asır Anadolu’nun en kara günlerine şahitlik eder. Alaaddin Keykûbat sonrasında Selçukîler giderek zayıflamış ve Kösedağ’da son darbeyi yiyerek bir daha toparlanamamışlardır. Şiirlerinde “Yağmacı Tatar” olarak nitelediği Moğollar; ülkeyi baştan sonra yağma etmiş, taş üstünde taş bırakmamışlardır. İmdada yetişen Yesevî dervişleri olur. Abdal Musa, Sarı Saltuk gibi alperenler eliyle Türk yurdu yeniden imar edilecektir.
Yûnus’un şiirleri yaralara merhem olur. Türk milleti, annelerinin diliyle söylenen bu şiirleri öyle sevmiştir ki, yüzyıllar boyunca kulaktan kulağa, gönülden gönüle söylendikten sonra yazılı hale gelecektir. Bugün, çok sayıdaki
Yûnus Emre Divanlarının en eskisi 1885 tarihlidir. Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet sonrasında, Yûnus Divanı ve -diğer eseri olan- Risalet-ün Nushiyye (Öğütler Kitabı) üzerine çok sayıda çalışma yayımlanmıştır.
Burada bir tanesinden (en önemlisi) bahsetmek istiyorum: Fuad Köprülü. “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”
adlı şaheserinde ilk defa olarak Yûnus Emre’yi Türk milletine tanıtan odur.Yûnus Emre, Türkçenin sultanlarındandır. Dili, her kesimden insanın anlayabileceği tarzda sade ve yalındır. Şiirlerinden anladığımız kadarıyla Hint-İran ve Yunan mitolojilerinden haberdar olduğu gibi, Kur-an, Hadis ve diğer İslami ilimlerde de hayli zengin bir kültüre sahiptir.
Tasavvufu ise bilmenin ötesinde bizatihi yaşayarak tecrübe etmiştir. Mutasavvıflara göre en mühim ilim, insanın sırlarını öğreten ilimdir. Çünkü Allah’ı bilmenin yolu kendini bilmekten geçer. Divan’daki şiirler bize mâsivayı
(Allah’tan gayrı olan her şey) terk etmeyi öğütler. Yûnus, tarikatın esasının şeriat olduğunu bilir. Kur’an-ı Kerim ve Hadis’e riayet etmeye davet eder. Edebiyatımız onunla başka bir merhaleye geçmiştir. Türkçe; asaletini Yûnus ile pekiştirmiş, milli lisan olma yolunda en mühim adımı onunla atmıştır. Kendisinden sonra gelenler, Yûnus gibi şiir söylemeyi marifet bilmişlerdir.
O, her devirde söyleyecek sözü olanlardandır. Aşk olsun, ikilikten kurtulup vahdet şarabını içene. Aşk olsun, Ete kemiğe bürünüp Yûnus gibi görünene.