“Başarılı olduğu” tespit edildiği devletin en önemli icra makamı tarafından net bir şekilde deklare edilen maden ocağının, ekmeğinin derdinde nice insana mezar olduğu korkunç hadise karşısında insanın duygularına yenilmeden bir iki kelam etmesi mümkün görünmüyor. Eğer konuşmamız gerekiyorsa bunu duygularımıza yenik düşmeden yapmak, konuşmadan önce de epey bir düşünmek zorundayız. Bir şeylerin doğru dürüst gitmediği şu ülkede eğriye eğri diyebilmek için...
Memlekette ne zaman elim bir hadise yaşansa mesele rasyonel aksından illa ki çıkarılır. Acılarıyla biraz meşgul oluyor görünmek şartıyla, yoksul ve acılı insanları sabra davet eden nutuklar irat etmek ve en nihayetinde “kader mahkûm”larını kederleriyle başbaşa bırakarak işine gücüne dönmek sıradan bir durumdur. Başına ne iş gelmiş olursa olsun hayatın böyle sürüp gideceğine dair garip bir tevekkülle nice belalara eyvallah demiş, boyun eğmişizdir. Bu sebepten canını maden ocağından henüz kurtarmış bir adama mikrofon tutulduğunda, arkadaşları hâlen can pazarında boğuşurken “evet, yarın (yani işler yatışınca) yine buraya girmek zorundayım, ödemem gereken kredi borcum var” demesi bizi şaşırtmaz.
Ortada bir kader lafıdır, dolanıyor. Türkçedeki karşılığı yazgı olan kader kelimesinin gündelik hayatta harcıâlem kullanıldığına çoğumuz şahittir. Seküler karşılığı determinizm olan kader kavramının insan iradesi ve mükellefiyetiyle teması filozofları, kelamcıları, teologları hep kışkırtmış, bu konu karmaşık ve oldukça derin bir tartışmanın nesnesi olmuştur. Sünniliğe göre amentünün esaslarından olan kader, aynı zamanda ezelî ve ebedî, hayır yahut şer, meydana gelecek bütün iş ve oluşların Yaratıcı tarafından bilinmesi ve “takdir” edilmesi manasına gelir. Bu yaklaşım, insanın iyilik ve kötülük, adalet ve zulüm gibi karşıtlıklar karşısındaki tercih kabiliyetini boşa çıkaran bir kavram olduğundan hareketle birtakım İslam düşünce okulları tarafından şiddetle yadsınmıştır. Dahası takdir, mukadderat, alın yazısı gibi kelimelerle de seslendirilen kaderin, tarihsel açıdan siyaset retoriğinde önemli bir işleve sahip olduğu düşünülmekte, siyasi erke haklılık sağlamak için fevkalade imkânlar sağladığı dillendirilmektedir.
On iki yılda 11 bin kişinin hayatını kaybettiği iş kazalarında Avrupa birincisi, dünya üçüncüsüymüşüz. Faciayı “mesleğin fıtratı” olarak normalleştiren resmî merciler, haklı olarak bu söylemi tartışmaya açmış olurlar. Öncelik tanınan kalkınma hedeflerini, çalışma onurunu, emeğin şeref ve haysiyetini koruyan yasalar yapmadan önce maliyeti düşürüp üretimi artırma adına iş ahlakından ve prensiplerden uzaklaşmayı göze alan özel teşebbüsler üzerinden gerçekleştirmeyi düşünmek talihsizliktir. Yoksul ve emek yorgunu insanların “kader”e teslim olmalarından kolay ne var? Onları, daha fazla kâr elde edebilmek uğruna, hayati güvenceleri hiçe sayan aç patronlara mahkûm eden bu makus sistemi değiştirmek, kadere karşı koruyabilmektir asıl mesele.