Dilimiz Yüreğimiz Lakin!
Türk Dil Kurumunu 12 Temmuz 1932’de yani 89 yıl önce kuran, Türkiye Cumhuriyetinin banisi Mustafa Kemal Atatürk, “Türk Dili, Türk milletinin yüreğidir, beynidir.” diyor.
Yüreğimiz olan dilimiz, beynimiz olan dilimiz artık bizimle beraber değil.
Çünkü dilimiz istila ve işgal altında!
Bu işi kolaylaştıran,
Süreci uzatan,
Bu iş için savunma yapmayan,
Karşı koymayan,
Üstelik bu işgalden zerrece rahatsızlık duymayan bir haldeyiz!
Yüreğimiz dilimiz için atmıyor. Dilimiz için çarpmıyor!
Beynimizde, dilimizi geliştirmek, dilimiz içindeki ayrık otlarını temizlemek gibi düşünceler ve fikirler gelişmiyor!
Rahmetli Prof. Necmettin Hacıeminoğlu’nun “Türkçenin Karanlık Günleri” diye bir eseri vardı.
Bu günlerde Türkçenin hazin günleri!
Bitap günleri! Çaresiz günleri! Çırpınış günleri!
Karamanoğlu Mehmet Beyi, senede bir gün anıp, ertesi gün her yerde Türkçemizi yani dilimizi ne hale getirdiğimize aldırış etmeyen günler, aylar ve yıllar geçiriyoruz!
Kastımız kime? Kastımız ne?
Dilsiz kalmak mı? Türk Milletini dilinden etmek mi?
Bilmiyorlar mı ki; Dilin yoksa, ruhunda yok, özünde yok, sözünde yok, kimliğinde!
*****
Dilimizde var olan zenginliğimizi neredeyse ört-bas edeceğiz!
Bunun adı, kendi dilimizi fakir gösterme çabası!
Bu işe alet olmak, sebep olmak, akıllı insanın yapacağı iş değil!
Çünkü Türk dili kimsenin oyuncağı değil!
Bunu yapanlar, ne kadar ileri gittiklerinin, hadlerini ve hudutlarını ne denli aştıklarının farkındalar mı?
Dilimiz gidiyor dilimiz!
Bu işin farkında olmayanlar, farkında olmamak işlerine gelenler, bu işgale bilerek yada bilmeyerek destek olduklarının bilincindeler mi?
İşgal reklamlarla, reklamcılıkla ve tabela alanında başladı.
Aldık bir Türkçe kelimeyi elimize, yatırdık masaya, içine alfabemizde olmayan kelimeler ekledik.
Kelimelerin yapısıyla, manasıyla, anlamıyla dahası ruhuyla oymadık!
Türkçe kelimelerin aralarına “X” gibi”, “Q” gibi, “W” gibi kelimeler koyup, güya yeni kelimeler ve anlamlar türettik!
Bu yeni türetilen ve üretilen kelimelere mal bulmuş mağribi gibi saldırdı herkes. Yeni açılan özellikle kafe ve benzeri mekanlara abuk-sabuk tabelalar astık!
Uzun Pandemi günlerinde, yanlış yaptığını düşünen, anlayan, dükkanımı açtığımda bu yanlışlığı hemen düzelteyim diyen ve düzelten kaç kişi oldu?
*****
Mekanlarına kendince orijinal isimler bulduğuna inananlar! Size hiç, dur diyen, yapma diyen, bu yaptığınız yanlış diyen, vazgeçin diyen, kime uydunuz, bu kimin fikri diyen, dille oynayanın dili yanar, kalbi kanar diyen oldu mu?
İkaz edenleri dinlediniz mi?
Bu konuda yasakların caydırıcılığı ve hükmü ne oldu?
Hem sorular cevapsız, hem mekan benim, isim benim, kim ne karışır diyenlerin sesi gür!
Bu dil Türk Dili, kendine gel, özüne dön, Türkçe koy tabelanı diyen yok gümbür gümbür!
Sadece duyarlı bazı Belediyelerimiz, Türkçe tabelalarının haricindekilere savaş açtı ve kaldırdı.
Diğerleri ne mi yaptı?
Hiçbir şey!
Sadece tabela boyları noktasında uyardı. Bütün tabelalar aynı ölçülere getirildi.
Sonra da denildi ki, şehirdeki görüntü kirliliğini önledik!
Ya dilimizin düştüğü acıklı ve hazin durum için ne yaptınız?
Kocaman bir hiç! Sadece, Türkçe kelimelere, acayip eklemeler yapanları, görenin, duyanın bu ne diye küçük dilini yutacak hale geldiği tabelalara şöyle bir baktık geçtik!
Hâlâ da bakıp geçmeye devam ediyoruz!
Kendi diline bu kadar çok zarar vermeye olan merakımızın neden olduğu açmazları ise hiç araştırmadık!
Bir zamanlar, Şirketi Hayriye vapurlarında yazılı olan “Vatandaş Türkçe konuş” cümlesinden nerelere geldik! Şimdi neredeyse her tarafa “vatandaş Türkçe konuşma” diye yazılsa, korkarım, kimse dönüp de bu ne demek istiyor, kim yazdı bunu buraya, ne hakla yazar, kaldırın şunu demeyecek!
*****
Dilimiz, Ömer Seyfettin’in kuş dili konuşma merakına yakalanan Efruz Beyin haline döndü.
Bizde ki Efruzlar ise aramadığınız kadar çok!
Günümüzün Efruzları da, hikayedeki Efruzlar gibi neyi kırdıklarından, neyi döktüklerinden, neyi parçalandıklarından bihaberler!
Bu yen akım, bu yeni hayranlık, bu yeni ne oldum delisi olma hali, dilimizle dalga geçiyor, harflerle oynuyor, ekleme harflerden oluşan yeni ruhsuz, şekilsiz, zevksiz, kendinden habersiz, ne anlama geldiğini bu işi kotaranların dahi bilmediği değişiklikler yapıyor.
Bütün bunlar yapılırken, olup-biterken, biz ne mi yapıyoruz?
Bazılarımız bu değişimleri alkışlıyor!
Bazılarımız teşvik ediyor!
Bazılarımız bayıldım diye övgüler yağdırıyor!
Karşı çıkanlar, her zaman olduğu gibi cılız, isteksiz, kendi sesini zor duyan tepkiler vermeye devam!
*****
Dilimiz yüreğimiz ya hani…
Yüreğimiz sakin…Yüreğimiz sessiz…Pek bir mülayim!
Zülfüyara dokunacağım diye ödü kopuyor!
Suya sabuna dokunmamak için, pek bir azimli…
Etliye-sütlüye karışmama adına, daima kenarlarda bir yerlerde…
Yine de kafamıza bir şeyler dank etmiyor!
Hani dilimiz beynimizdi ya, diye neden düşünmüyoruz?
Dilimizin küfürleşme tarafına, argo haline hayranlık duyanlar ise haddinden fazla…
Kadınlar dahil…
Dil demek, nezaket demek! Zarafet demek…Kalbe, gönle hitap etmek demek!
Dilin tatlılaşması, kem sözlerden uzak olması, uzak durması demek!
Emmine bi söv denen beş-altı yaşındaki çocuk, sövdükçe etraf gülmekten kırılıp geçiyor. Erkek gibi küfreden kadınlar, helal olsun erkek gibi küfrediyor diye beğeni topluyor.
Ana-avrat dümdüz gidenler dili de argoyla karışık dümdüz edip gidiyorlar.
Ne onların haberi var, ne de onlara ne güzel sövüyor diyenlerin.
*****
Dil çaresiz…Dil yalnız…Dil korumasız…Dil öyle bir bataklığın içindeki, uzattığı eli ne görenimiz var, ne tutanımız!
Bu dil bize ne yaptı?
Düşman olsa bu kadar kendi dilini yerden yere vurmazdı…
Vah bize, yazık bize…Yazık Türk dili için atmayan yüreğimize! Yazık, silkinip kendine gelemeyen, kendini toparlayamayan beynimize!
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.