İnsanlık nereye ?
Dünyayı ya imar edeceğiz ya da dünyadaki bu terör üreten kuduz mikrobunu taşıyan ülke liderleri ve destekçilerine benzeyerek kıyameti hızlandıracağız. Müslüman, başka din ve kültürlere özgün bir çerçevede oluşan problemleri kendi hayatına taşımamalıdır. Kendi sorunlarımız bizatihi kendi inanç ve kültüründen hareketle çözülmemiz gerekmektedir. Ancak dünyamızın iletişim ve ulaşımın hızlanmasıyla meselelerimizi evrenselleştirdiği gibi çözüm aramalarımızı da evrenselleştirmiştir. Fertlerin ve toplumun çok çabuk olumlu olumsuz etkilendiği bir dünyada yaşamaktayız. Dünyamızda iyi tarifi hızla fayda ve haza dayalı bir anlayışa kaymakta adil olanı kabul etmeyi redde yönelen bir anlayış gelişmektedir. Bu ego insanın üç yaşında ben merkezli bir çocuk davranışta çakılıp kalması gibidir. Bu durum olgun bir insan için oldukça gülünç olmakla birlikte yaşı ilerlemiş fakat üç yaşında çocuk egosu ile İsrail devlet liderinin çılgınca yaptığı soykırım ve verdiği zararlarını dünyanı süper gücü Amerika parlamentosunda alkışlanması zulmün küfrün tek millet olduğunu bir daha açıkça göstermektedir. İslam’ın fıtrata yönelik bu canilere verilecek cevabı elbette var. Bu hususta dünyanın her köşesinde Müslümana yapılan zulüm Doğu Türkistan’da, Hindistan’da, Bosna’da, Afrika ülkelerindeki acı devam ederken; Filistin meselesi hepsinin acısını katladı.
Taha Abdurrahman Günümüzde ise “hakikat” yalnızca somut realiteden elde edilen bir “gerçekliği” ifade eder hale gelmiştir. Eş zamanlı olarak felsefe de “nesnel yasaları elde etme” amacına sıkıştırılarak anlamı daraltılan “bilim”e tabi hale gelmiştir. Bu felsefenin insana vereceği üç temel ilkesi vardır: “Nazar ilkesi”, “eylem (amel) ilkesi” ve “tanrılaşma ilkesi”. Kendini ilah yerine konulması Kuranda hevanın (isteğin/hazzın) ilahlaşması olarak tanıtır. Öyleyse ruhun yüce ilkelere bağlı olmayan ilmin iyiliklerinden mahrum kalmakla kötülüklerine maruz kalmak arasında pek bir fark yoktur. insanın âlemle olan iletişimini tanzim eden idrak ve istihdam ilişkilerinin değiştirilmesi şarttır. : İnsan öteden beri her şeyi “ele geçirme” temelinde idrak etmiştir. Halen de o şekilde idrak etmektedir. İdrak eden kişi, kendisini idrak edilen nesnenin, ele geçireni yahut 'edinicisi' olarak görür. insan öteden beri, kendisi de dahil olmak üzere, eşyayı “yararlanma” temelinde işletmiştir ve hala da öyle işletmektedir. Müslüman idrak ve istihdam konusunda farklı bir ilişki biçimi geliştirmek için güçlü bir tefekküre koyulur. Bu ilişki biçimi, tasavvurların mülkiyetini ele geçirme yahut istihdam edilen şeylerin menfaatini sahiplenme duygusuna dayanamaz! Bilakis, bunun tam zıddı olan bir duyguya dayanır. Zaten “sahip olmanın” zıt anlamı, düşünce pragmatiğimizde kökleşmiştir. “Mâlikiyyetin” yalnızca Allah için ikrar edildiği Melekûtî bir Misâk'ın mucibi olan bu zıt anlam, bizatihi 'i'timân'dır... [Yani, 'emanet şuuruna dayalı bir insan-varlık ilişkisi'.] Bu “himaye etmek” ve “sulh ile yaklaşmak” emanet şuuruna dayalı olarak geliştirilen ilişki biçimleridir.
Kur’an insanları fabl türü bir edebi yöntemle de ele alır. Bu temsiller elbette boşuna değil üzerine tefekkürü zorunlu kılar. Bakara suresinde İsrailoğullarından toplumsal kuralları ihlal edenlerden haram işleyenleri maymuna buna fikir babalığı yapanları domuza benzetir. Bu iki varlığın önemli özellikleri iştahlı bir şekilde yemeleridir. İştah nefsin temsilidir. Bu insana yüklenmiş dünyayı idare etmede emir kılınmış bir varlıktır. Ancak bu nefisi yönetebilmesi için insana ruh da yüklenmiştir. Fıtrata gelince o, ruhî dinamiklere sahiptir. Ruhî dinamikler ise doğrudan doğruya değerler ve anlamlardır. Nefs ise İçgüdü fizyolojik dinamikler içerir. Fizyolojik dinamikler ise ihtiyaçlardan ve eğilimlerden ibarettir. Fıtratın ruhaniliği, ilahi sıfatların nuraniyyetinden dolayıdır. “Akli anlam” duyular lügatinde nasıl anlamsız kalıyorsa “ruhani olgu” da mülkiyet lügatinde öyle anlamsızdır! Nefs, insan ve insanlığa hâkim olduğunda insan kalbi ve aklı melekleri de istila edilerek kural tanımaz bir varlığa dönüşür. Maalesef dünyada hâkim güç dünyada egemen olan felsefi tasavvurun da aklı kalbi istila edilmiş ruhu da ölmüştür. Müslümanın dünyadaki konumu mahkûm ve mazlum durumudur. Müslümanın bugün dünyanın içinden geçtiği zaman kadar meşgul etmesi gereken başka bir zaman yoktur. Çünkü dünya çiğnenen değerlere, ihanet edilen emanetlere ve bozulan ahitlere şahit oldukça insan da onurunu kaybetmekte ve süflileşmektedir. Bu durumu insanın hayvanileşmesi hatta akılla daha çok kötülüğü yapabilmesi ile daha aşağı bir yaratık olduğu ifade edilmektedir. Milli Şairimiz Mehmet Akif’in deyimiyle:
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Hiç değişmede bu kendini medeni zanneden melun küfür milleti. İçinde bilginleri bu toplumları uyarmadığı zaman Allah onlaraı da kitap yüklü merkebe benzetmektedir. Bir kısım Yahudilerin ve Hristiyanların tepki veriyor olmaları ruhlarının ölmediğini insan olarak ümit var oldukları anlamına gelmektedir. Bu çabaları onları inşallah İslam’a ulaştıracaktır. İslam'ın gelişinin ana gayesi, sadece insanı alçalmaktan kurtarmakla sınırlı değildir; aynı zamanda ona en yüksek mertebede onur ve şeref kazandırmaktır. 25.07.2024.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.