BİR BAŞKA AKŞAM
Öğretmenliğe başladığım gündü. Konya’dan ve annemden bin iki yüz elli kilometre uzaktaydım. Ders bittiğinde, kendimi okulun bahçesinde, Süphan Dağı’nı seyrederken buldum. Güneş, dağın heybetini alıp götürürken geriye müphem bir heyula bırakıp gidiyordu. O gittikçe -ilk defa ve fakat gurbette geçirdiğim günlerin tamamında hep aynı anlarda tattığım- tarifsiz bir hüzün yakalıyordu beni. Vakit akşamdı.
Gurbette kalanlar bilir; akşam olduğunda, boynunuza hasretten bir zincir takılmış gibi hissedersiniz. Hüzünlü olduğu kadar da sükûnlu bir zamandır akşam. Gün boyu süren telaşın, koşturmacanın nihayete erdiği… Işığa doymuş olmakla zengin; lakin aynı oranda yorulmuş gözlerin dinlendiği… Canlıların birer birer sığınaklarına çekilerek güven duygusunu tattığı… Seslerin bir orkestra nizamından çıkıp ruhu teskin eden bir melodiye dönüştüğü sihirli vakittir akşam.
O akşam ki… Yanlarına tuvallerini alıp yüksek tepelere gider impressionist ressamlar. Ufuktaki renk cümbüşünü kaçırmamak için. Sevgililer, birer rakkase olup, gökte arz-ı endam eden yıldızların altında bakışırlar birbirlerine. İlan-ı aşk için. Şairler, bütün keskin çizgilerin kaybolduğu, ziyanın ifşa ettiği tüm çirkinliklerin gizlendiği o ânı beklerler. Mısra dökmek için.
Öyle zannediyorum ki her insanın, günün yirmi dört saatlik diliminde, diğer vakitlere nispeten daha huzurlu olduğu anlar vardır. Kimi seher vaktinde tabiatla beraber uyanmayı, kimi ise gece yarısı ilhamın fısıltılarıyla mest olmayı sever. İşte akşam vakti de şairler için, beklenen bir sevgili gibi şuh ve şirin bir zamandır.
Ahmet Haşim, şiirimizin büyüklerinden… Öyle ki yirminci yüzyıl Türk şiirinin zirvelerinde dolaşan birkaç hülyalı adamdan biridir. Ona “akşam şairi” denilmesi oldukça yerindedir. Zira klasik şairlerimizin, önceden belirlenmiş benzetmeler ve sınırlı bir kelime kadrosuyla şiir yazmalarına benzer şekilde, Haşim de şiirlerinde belirli/sınırlı bir kelime sayısı (Asım Bezirci’nin çalışmasına göre bütün şiirlerinde geçen sözcük sayısı 1446’dır.) ve muayyen temalar kullanmıştır. Gurub, yıldız, karanlık, gece, mehtap, ay gibi akşama ait kelimeler hariç olmak üzere, yalnızca “akşam” ve eşanlamlıları “mesâ” ile “şâm” kelimeleri şiirlerinde elli beş defa geçer. Benim tespitime göre ise, güzel şiirlerinin neredeyse tamamında hâkim tema akşam vaktidir. Hemen aklıma gelenler; “Merdiven”, “Bir Günün Sonunda Arzu”, “Zulmet”, “Yollar”, “O Belde”, “Havuz”, “Tahattur”… Ahmet Haşim’in akşam tutkusu o kadar ruhuna sinmiştir ki, 1901 yılında yayımlanan ilk şiiri “Hayâl-i Aşkım” resmedilse, o tabloda siyah bulutlarla kaplı, kapkaranlık bir sonbahar akşamı görülür.
Ahmet Haşim Bağdat doğumludur. İstanbul’a geldiğinde(10 yaşında olmalıdır) tek kelime Türkçe bilmediği söylenir. Gurbettedir. Üstelik benim gibi değil, annesini ebediyen kaybetmiştir. Kim bilir, akşama meftun oluşu da bundandır belki. Şiirlerinde, annesiyle Dicle kenarında yaptığı gezintilerin özlemi hissedilir.
Ahmet Haşim, Fransız sembolist şair Mallarme’nin “Şiirlerimizi fikirlerle değil, kelimelerle yazarız” prensibine sıkı sıkıya bağlı kaldı. Eşyanın ve tabiatın görünmeyen yüzü ile meşguldü. Onun şiirlerinde akşam, sırlı bir zaman dilimidir. Kâh sararan, kâh kızıllaşan; fakat sonunda hep siyahın/karanlığın emrindedir zaman. “Piyale” şairi, aradığı sırları hep aynı vakitte, akşamda bulur:
Bu bir lisân-ı hafidir ki rûha dolmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta!
Şiirimiz Haşim’den bu yana epey değişti. Bugün biz, onun “aşina” olmadığı nesildeniz. Şiirden beklentimiz de değişti. O, “Şiir bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır. Şiirde anlam aramak, eti için bülbülü öldürmek gibidir.” diyordu. Günümüz edebiyat okurları aradaki dil problemi yüzünden Haşim’e gidemiyor. Dolayısıyla öz/saf şiiri tadamıyor. Yazık.
Vakit yine akşam.
Doğduğum şehirdeyim ve annem yanımda. Eskisi kadar hüzünlü değil akşamlarım. Bu sefer evimin balkonundan Takkeli Dağ’ı izliyorum. Vakit yine akşam, fakat…
Bir başka akşam.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.