BİR PARÇA HUZU
Pek çok insan, yaratıcılığın belirleyici unsurlarından birinin huzur olduğunu düşünür. Sakin kafayla okumak, düşünmek ve yazmak; belki tabiatın kucağında, deniz kıyısında meltem eşliğinde, belki dağ başında ya da ıslak bir ormanda… Her türlü gailenin uzağında, sessiz ve yalnız… Sayfalarımıza kuş tüyleri düşer belki, çiğ damlası yahut… Belki de ay ışığı aydınlatır alnımızı; karanlıklar prensi gibi gecenin içinde süzülerek düşleriz peri kızlarını…
Tatlı bir hayal… Ne var ki kader, kimilerine, huzur konusunda bu kadar cömert davranmaz.
On dokuzuncu asır yalnız bizim için değil, tüm dünya için huzursuzluk asrıdır. Bizim, “imparatorluğun en uzun yüzyılı” (tabir yanılmıyorsam İlber Ortaylı’ya aittir) olarak tanımladığımız zaman dilimi, yenileşme çabalarının ortaya çıkardığı ikiliklerden kaynaklanan problemlerle boğuştuğumuz döneme denk gelir. Avrupa için aydınlanma çağının kazandırdıklarıyla endüstri devriminden elde edilenler sonucunda yeni bir insan tipinin (bir nevi tanrı-insan) oluşması; emeğin, toprağın ve paranın metalaşarak kapitalizmin ortaya çıkması ile toplumun çöküşünü ifade eder. Rusya ise aynı dönemde proleterleşme olgusu ve köylü/serf sorunlarıyla uğraşmaktadır. Çarlık rejimine duyulan öfke beraberinde toplumsal huzursuzlukları yani anarşiyi doğurur.
Edebiyat bazen fildişi kulede, bazen sırça köşkte yapılsa da çoğu kez toplum hayatıyla iç içedir. İnsanın ve toplumun bütün huzursuzlukları estetiğin ve güzellik duygusunun süzgecinden geçerek ulaşır bize. Söz konusu ameliyenin kendisini en açık biçimde gösterdiği tür ise hiç kuşkusuz romandır.
On dokuzuncu asır romanın şahikalarıyla dolu. Bu cümleye hayat veren isimlerden biri; belki de tek başına bütün bir asrın huzursuzluklarını dile getirme kudretine erişmiş bir yazar: Fyodor Mihailoviç Dostoyevski. Onun gibi; sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmenin adeta imkânsız olduğu yazarları, biyografinin sınırlı dünyasına hapsetmek de bir o kadar güç. Cemal Süreya, kendi hayatını özetlediği bir konuşmasında şöyle der: “1931’de doğdum. 1937’de annem öldü. 1944’te Dostoyevski’yi okudum. O gün bugün huzurum yoktur.” Hazret, yalnız değildir. Pek çok roman okuru benzer hissiyata sahiptir. Dostoyevski’de insanı içten içe –ve gitgide artan bir biçimde- huzursuz eden bir şeyler vardır. Peki, ama neden?
Yazının başında serdetmeye çalıştığım yaratıcılıkla huzur arasındaki ilişki Dostoyevski’nin bütün yaşamı boyunca ters yönde işlemiştir. O, hep “bir parça huzur” arayanlardandır. İlk eserinden (İnsancıklar) itibaren şöhreti yakalamış ve bu ünü ölümüne kadar artan oranda devam etmiştir. Ancak, artarak devam eden şey sadece şöhret değildir. Sinir buhranlarıyla başlayan hastalıklar ömrü boyunca yakasını bırakmaz. İlk karısıyla evlendikten sonra epilepsi hastası olduğunu öğrenir. Sara nöbetleri sağlığını ciddi şekilde tehdit ederken, diğer taraftan o, bunu başka yönlerden avantaja çevirmeyi bilmiştir. Romanlarındaki hastalıklı karakterler, kendi bedensel rahatsızlıklarının verdiği tecrübe ile oluşmuştur. Yakasını bir türlü bırakmayan diğer bir derdi borçlarıdır. Suç ve Ceza ve Karamazov Kardeşler de dâhil olmak üzere romanlarının çoğunu avans karşılığında yazmak zorunda kalmıştır. Yani, henüz ortada roman yokken anlaşmayı yapmıştır ve taahhüt ettiği sürede eseri teslim etmek zorundadır. Başka bir deyişle romanlarını huzur içinde yazamadığı gibi, sözleşmenin bağlayıcılığı yüzünden hep bir baskı altındadır.
Belki de Dostoyevski’nin huzurunu bozan amillerin en mühimi kumardır. Başlangıçta bir tutku iken giderek bir müptelaya dönüşür. Öyle ki, defalarca saatini, paltosunu hatta karısının evlilik yüzüğünü dahi rehin bırakacak derecede bağlanmıştır kumara. Kaç defa “bu son oyun” diyerek bırakmak istemiş, fakat her defasında daha çok kaybetmiştir. Bütün bu süre içinde kendisine ait bir evi olmadığı gibi karısıyla birlikte kaldığı otellerde bazı geceler aç uyumak zorunda kalırlar. Çünkü Dostoyevski her seferinde bütün parasını kaybeder. Kürek mahkûmiyeti cezası, hapis hayatı, şiddetli ağrılar, karısının ölümü, çocuğunun ölümü… Hep huzursuzdur.
Kendisini o kadar bedbaht eden kaderine karşı gelmek yerine bütün derin ıstıraplarını sevince dönüştürmeyi bilmiştir yine de. Çektiği acıların ilahi bir kuvvetin takdiri olduğunu bildiğinden, acılarıyla birlikte tanrı sevgisi de artmıştır yüreğinde. Istıraba da meftun hale gelir Dostoyevski. Acıdan keyif almaktadır adeta. Çünkü acı, pek çok insanın aksine, onda yaratış kuvvetini artırmaktadır. Romanlarındaki erkek kahramanlar kendi başına bir köşeye çekilip hayaller kuran, dış dünyadan bütünüyle yalıtılmış birer mağara adamına benzer, yani kendisine.
Dostoyevski’nin hayatı aşırılıklar ve çıldırtan tezatlarla doludur. Ne zaman yükselse sert ve yok edici bir düşüş yaşar. Örneğin, tam şöhreti yakalamışken kendisini bir anda idam mahkûmu olarak, kurşuna dizilmek üzere tüfek namlusunun ucunda bulur. Talihin bir cilvesiyle cezası son anda dört yıllık mahkûmiyete çevrilir. Ağır cezalı katiller, tecavüzcülerle birlikte isimsiz (hapisteki adı No:55’tir) ve unutulmuş bir adam olarak yaşamak zorunda kalır. Fakat her defasında yeniden ayağa kalkmayı bilir. O, yaşadığı acılardan şaheser çıkarmasını bilen nadir yaratılıştaki tiplerdendir. Ölü Evinden Anılar, Çar da dâhil olmak üzere tüm Rusları gözyaşlarına boğar.
Dostoyevski’nin huzursuzluğunu en bariz şekilde mektupları ifşa eder. Birkaç ruble için dilenen, yalvarırcasına ona buna el açan bir adam görülür yazdıklarında. En büyük rakibi Turgenyev’den bile utana sıkıla borç para almak zorunda kalmıştır. “Hayat onu sevdiği için acı çektirmektedir; o da hayatı bu şiddetinden ötürü sevmektedir. Dostoyevski, acı çekmenin, bize, her şeyi ta derinden duyabilme imkânını verdiğini bilen insanlardandır.” Diyor Zweig. Gerçekten de Dostoyevski, hep “bir parça huzur”dan mahrum yaşamıştır. Ama huzursuzluğu, eserini besleyen, büyüten bir tohum vazifesi görmüştür.
On dokuzuncu asır; acıları ve ümitleriyle sona ererken geride, insan ruhunun derinliklerinde cüretkâr ve pervasızca dolaşıp duran bir büyük romancı bırakmıştır: Edebiyatın büyük huzursuzunu...
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.