Tanpınar’ın Ankara’sı
Tanpınar’ın nesirleriyle ilk karşılaşmada tadılacak lezzetin sonraki okumalardakine kıyasla farklı olması tabiîdir. Bu durumu bir nicelik meselesi olarak görmemek gerekir. Bir azlık-çokluk değil mahiyet farkından bahsediyorum. İlk okumada yakalayamadığımız onca şeye rağmen ustaca kurulmuş ahenkli cümlelerin hem kulağımızı hem gönlümüzü besleyen bir tür şarkıya dönüşmesi ve bizim bundan aldığımız estetik zevk hiç de azımsanacak şey değildir. Bununla birlikte onun hemen bütün nesirlerinde görülen, sonraki okumalarda parça parça açılan mânâ pencereleri aracılığıyla beklenmedik lezzetler duyulması da aynı şekilde tabiîdir. Bu girift yapının belki de en mücessem hâli onun Beş Şehir isimli kitabıdır.
Beş Şehir, bütün yönleriyle Tanpınar nesrinin zirvesidir. Kitabın sunduğu lezzetler ancak bir çeşnigir hassasiyeti olanlar için tadılabilecek cinstendir. Şiirin bir ‘susma’ işi olduğuna inanan Tanpınar, nesirlerinde anlatmakla kalmaz, şiire has bir duygu olan sezgiyi de işe koşar. Şiirle meşgul olmanın bir uzantısı olarak, nesirlerinde her zaman bir çeşit ‘beytü’l-gazel’ yahut mısra-ı berceste arar gibidir. Şair, nasıl ki bir beyitle/mısrayla bütün şiirin muhtevasını yakalamak ve en latif söyleyişi bulmak isterse o da nesirlerinde aynı etkiyi yapacak cümlelerin peşindedir. Denemelerinin başına, ortasına ve sonuna serpiştirilmiş bu cümleler adeta bütün metnin hülasasını yapar. Üstelik bu cümleler metnin herhangi bir cümlesi tarafından aşılamayacak kadar güçlü ve estetiktirler. Bunlara birer “düzyazı mısrası” demek mümkündür.
Beş Şehir ’in Ankara bölümü böyle bir cümleyle başlar: “Ankara, bana daima dâsitanî ve muharip göründü.”
Ankara’nın metin içindeki kaderi belli olmuştur. Bundan sonraki cümleler peyderpey açılarak, Selçuk ve Osmanlı tarihlerinin kırılma noktalarının üzerine basarak yavaş yavaş İstiklâl Harbi’ne gelip dayanacaktır. Ankara’nın destansı ve gazi geçmişi bir anlık hatırlamanın kesafetine uygun biçimde aktarılır.
Ankara’da Tanpınar’ı derinden etkileyen ilk mekân ‘kale’dir. Ankara Kalesi’nin kendisi için bir fikr-i sabit haline geldiğinden bahsederken şehrin bütün mimarisini kale üzerinden okumaya başlar. Onun nesirlerinde tarih ve mimari daima birlikte anılır. Üslubunu eşsiz kılan taraflarından biri de budur. Her bir mabedin yahut çeşmenin estetik yanıyla beraber onlara ruh üfleyen, asırların biriktirdiği hatıraları da nakletmeden geçmez. Böylelikle muhayyile, yazarın ve okurun beraberce paylaştığı bir masala dönüşür:
“Kalede ve onun eteğine serpilmiş mahallelerde Türk velileri Roma ve Bizans taşlarıyla sarmaş dolaş yatarlar. Dedelerimizin mezarlarından çıkan yeşillikler hangi itikatların etrafında yontuldukları belli olmayan çok eski taşları kendi rahmaniyetleri ile yumuşatırlar…”
Şehirler yalnızca mimari eserlerle değil, onlara mânâ kazandıran, taşı, tuğlayı ve sair malzemeyi insanın hizmetine verme gayesini gönüllere nakşeden veliler sayesinde anlaşılabilir. Türk şehirleri bu bakımdan hayli mümbittir. Tanpınar, ele aldığı şehirlerin büyüklerine özel bir yer açar. Ankara’da bunların belki de en mühimi “Ben dahi bile yapıldım, taş ve toprak arasında” diyen Hacı Bayram-ı Veli’dir. Tanpınar daha çok onun ne yaptığıyla ilgilidir:
“Hacı Bayram imparatorluğun iç nizamını yapıyordu.”
Gelenek, velileri umumiyetle Hakk’la olan irtibatları cihetiyle ele alır. Tanpınar, Hacı Bayram’ın halk ile irtibatını görür. Bir esnaf ve çiftçi tarikatı olan Bayramiye’nin, şehrin ve cemiyetin nasıl yapıcı unsuruna dönüştüğünü tetkik eder. Tanpınar tam da burada tarihe bakışının bir timsali sayılabilecek bir hatırlayışa bırakır kendini. Hacı Bayram ile sonradan müridi olacak Akşemseddin arasında geçen bir hadiseyi aktarır. Rivayete göre Akşemseddin Ankara’ya geldiğinde Hacı Bayram’ı müritleriyle ovada mahsul toplarken görür. Yaklaşır, fakat iltifat görmez. Akşemseddin aldırmadan işe girişir; müritlerle beraber çalışır. Yemek vakti geldiğinde Şeyh herkese kendi eliyle yemek dağıtır. Sıra Akşemseddin’e gelince Hacı Bayram onun çanağını boş bırakıp artık yemeği de köpeklerin önüne döker. Akşemseddin darılıp gideceği yerde oturup köpeklerle birlikte onların çanağından karnını doyurur.
Tanpınar bu rivayete ne kadar inanmıştı?
Esasında menkıbelerin kahir ekserisinde görülen, ilk bakışta akla aykırı izlenimi doğuran hadiseler çoktur. Bununla beraber alınması gereken ibretin hikmeti düşünülürse bunun bir kemiyet meselesi olduğu ortaya çıkar. Biraz sonra, “Zaten ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum. Ve bu yüzden daima kârlı çıkarım.” diyen Tanpınar hiç şüphesiz bu hadiseye de inanmıştı. Akşemseddin, alçakgönüllülüğünün mükâfatını yalnızca şeyhin müridi olmakla değil, sonradan tarikatın şeyhi olarak, daha sonraysa bir cihan sultanına, II. Mehmet’e hocalık yaparak alacaktı. Tanpınar’ın bu hadiseyi hatırlaması yalnızca Ankara’yla olan münasebetinden değildir; o, çok daha şümullü bir adeseden seyreder tarihi. Ona göre bu rivayetten alınacak ders, padişaha nasihat eden, ona ufuk gösteren bir velinin köpeklerle aynı sofrada oturmasının ancak 15. Asır Türkiye’sinde görülebilecek cinsten bir hadise oluşudur. Bizim için kıymeti de buradan gelmektedir.
Ankara bölümü Proustvari bir şekilde biter. Bütün bir şehir tarihi ‘fantastik bir macera’ olarak, Selçuk, Osmanlı ve nihayet Cumhuriyet Türkiye’sine uzanır. Savaşlar, binalar, şahsiyetler, taşın ve tuğlanın gölgesinde bir ‘an’lık hatırlayışının içine sığdırılır:
“Ankara Kalesi bu akşam saatinde bana bir milletin, tarihinin ne kadar uzun olursa olsun, birkaç ana vak’anın etrafında dönüp dolaştığı, birkaç büyük ve mübarek rüyaya, yaratıcı hamlenin ta kendisi olan bir imanın devamına bağlı olduğunu bir kere daha öğretti.”
Tanpınar’ın Ankara Kalesi önünde öğrendiği şey, sonradan eserlerinde bir laytmotif olarak durmadan tekrarlanan, estetiğinin ve düşünme biçiminin çok güçlü bir yanını oluşturan ‘devam’ fikridir. Ancak bu sayede Sultan Alparslan’la Mustafa Kemal, Yûnus’la Itrî, Sinan’la Nedîm aynı rüyada birleşebilecektir.
Bitmeyen bir rüyada…
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.