EDEBİYAT VE ŞAHSİYET
Edebiyatın bizim için ne anlam ifade ettiği/etmesi gerektiği meselesi, öyle ya da böyle edebi eserle muhatap olan herkes için kaçınılmaz biçimde vuzuha kavuşması gereken bir konudur. Geçmişte ve bugün, edebiyatın cazibeli dünyasına adım atmış olan her bir kişi –ister okur, ister yazar olsun- edebiyatın, kendi yaşamında kapladığı yer konusunda bir düşünce geliştirmiştir. Ne var ki, bu düşünce geliştirme ameliyesinin belirleyici tarafı bilinçli olup olmadığıdır. Bu çalışmayı, bilinçli bir şekilde ve bir takım teorilerin yardımıyla ve hiç de azımsanamayacak bir kültürel birikimle yaptığınızda size “eleştirmen” diyorlar.
Hiç kuşkusuz eleştirmenin varlığı, edebi eserin olması gerektiği gibi anlaşılması noktasında oldukça değerlidir. Benim üzerinde durmak istediğim şey ise, her bir okurun, eleştirmenin rehberliğine tam bir teslimiyet göstermeksizin kendi eleştiri sistematiğini kurması zorunluluğu. Başka bir ifadeyle okur, edebiyatı, kendi yaşamının neresine ve ne kadarıyla yerleştirmesi gerektiğine ancak şahsi bir duyuşla karar ver-ebil-melidir demek istiyorum.
Fecr-i Âtî Beyannamesi şöyle diyordu: “Sanat şahsi ve muhteremdir.” Edebiyat tarihimizde bu ve bu gibi pek çok bildiri ya da bir takım şairlerimizin sanat/edebiyat hakkındaki genel görüşlerini açıkladıkları yazılar (poetika) vardır. Bahsedilen yazılarda okurun varlığı ya görmezden gelinmiş ya da oldukça sınırlı şekilde yer etmiştir. Edebi eserin alıcısı olan okur, her zaman merkezdedir, merkezde olmalıdır. O yüzden benim, Fecr-i Âtî mottosunu genişletip, “Kârî de şahsi ve muhteremdir” diyeceğim geliyor. Tabi böylesi bir şahsilik ve muhteremlik alelade okumalarla ve kendiliğinden zuhur edecek bir durum değil. Edebiyatla hakiki temas isteyen okur, her şeyden önce seçici okuma yapabilmelidir. Eğer, “bütün kitaplar, tek bir kitabı anlamak için okunur” düsturunu kabul ediyorsak, şahsiyetimizi bulabilmek için, okumalarımızda aradığımız şeyin, her türlü parçalanmışlıktan, bölünmüşlükten azade bir “birlik” düşüncesi olduğunu da kavramamız gerekecektir.
Edebiyat neye yarar? Edebiyatın hayatla ilişkisi nedir? gibi sorular, bizi ister istemez hem kendi hayatımızı hem de edebi eserlerin varlığını sorgulamaya götürür. Kuşkusuz, edebiyatı hayatın içinde bir saf madde halinde aramak beyhudedir. Esasında edebiyat, hayattan apayrı bir şeydir. İnsanın, hayatın içinde edebiyatı aramak yerine, edebiyatın içinde bir hayat araması; sonra duygu ve düşünce dünyasında, bulduğu bu yeni hayat ile kendi hayatı arasında (kurgu ve gerçeklik) bir bağ kurması gerekir.
Malum, her şey zıddı ile bilinir. Bu ikili yapı (düalizm) insanı çepeçevre sarar. Marifet odur ki insan ikiliklerin tasallutundan kurtulsun ve birliğe erişsin. Hem kâinat hem de insan, bizim onlara yaklaşma tarzımız itibariyle parçalanma eğilimindedir. Edebiyatın büyük eserleri insana, bahsettiğim birlik düşüncesi yolunda en iyi mihmandarlardır. İşte edebiyat okuru, bilinçli ve seçici bir okuma ile bu eserlerden azami ölçüde faydalanmayı bilmelidir. Ancak böyle bir okuma ile kurgu ile gerçek arasındaki nüansı keşfeder ve ikisinin de aslında –kendi içinde aradığı o birliğe çok benzeyen- aynı şeyler olduğunu idrak eder.
Yazar ya da şair de insandır nihayetinde. İnsanın son kertede hep kendini yazdığı düşünülürse eğer, yazar/ şair de bize bir bütün olarak sesleniyor demektir. Yani, yetenekleri ve zaaflarıyla… Hakiki yazar/şair, okuyucusuna kelime oyunları, söz sanatları gibi ikinci sınıf malzemeden çok daha fazlasını vaat eder: Ruhunu. Cemil Meriç ne güzel söyler: “ Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır.” Böylesi bir mülakatta okura düşen vazife, muhatabını bütün halinde kavrayabilecek bir şahsiyet sahibi olmaktır. Şahsiyet sahibi okur, önüne konan her yemeği yiyen bir obur gibi değil; eserden ve müessirden ne alacağını bilen, gerektiğinde eleştiri de yapabilen, işinin ehli bir gurme gibi olmalıdır.
T.S. Eliot, “Din ve Edebiyat” adlı makalesinde “…Üzerimizde en kolay ve en sinsi tesire sahip olabilen edebiyat en az çabayla okuduğumuz edebiyattır. İşte bundan dolayıdır ki çağdaş hayatın popüler oyunlarının, popüler romanlarının etkisi çok sıkı ve titiz bir şekilde süzgeçten geçirilmelidir.” diyor. Eliot ‘un modern batı edebiyatı ile ilgili söylediği bu sözler günümüzde bizim için de geçerli sanıyorum. Ülkemizde kitap okuma oranının düşüklüğü sıklıkla dile getirilir. Küreselleşmesin hızlanmasıyla doğu ve batı edebiyatlarının okurları da birbirine benzemeye başladı. Örneğin, yüzyılın hemen başında İspanya’da yapılan bir araştırmaya (İspanya Yazarlar Birliği’nin araştırması) göre, ülkenin yarısı hiçbir kitabı baştan sona okuyup bitirmediğini ifade etmiş. Yine araştırma sonuçları en çok okunan kitapların fantastik, polisiye ve macera romanları olduğunu gösteriyor. Klasikler aynı oranda ilgi görmüyor. Popüler eserlerin (tabi ki bir bölümünün) kolay okunuyor olması onları çekici kılıyor şüphesiz. Sorun bu eserlerin okunmasından ziyade, üzerinden yıllar geçtikten sonra nice okur ve eleştirmenin süzgecinden geçmeyi başarmış, hakiki edebi değer üreten klasiklerin yeterince okunmamasındadır. Sonuçta Eliot ’un endişesini paylaşmak durumunda kalıyoruz, zira bahsi geçen eserlerin büyük bölümü edebi değer üretmiyor ve okuyucusuna heyecandan fazla bir şey kazandırmıyor. Herhangi bir türe ya da esere şerh koymak niyetiyle değil; fakat şahsiyet sahibi bir okur olmanın ön koşulu olarak klasik eserlerden alınacak estetik haz ve güzellik duygusunun eşliğinde gidilmelidir bu eserlere demek istiyorum. İnsan, aradığı “şey” dir. Günümüz edebiyat okurunun en mühim problemi, anlam arayışındaki kısırlığının yanı sıra; belki bundan daha mühim olarak, ne araması gerektiğini bilmemesidir. Çünkü edebiyatın büyük eserlerini hakkıyla tanımadan, gerçek anlamda bir edebiyat okuru olmak güç. Tıpkı hayat gibi, tarih gibi edebiyatta da bir devamlılık söz konusudur. Gerek dilde, gerekse güzellik anlayışında –ki bunlar edebiyatın temel yapı taşlarıdır- şairin “bir meşaledir devredilir elden ele” dediği türden bir devamlılık… Hoca Ahmet Yesevi’ den bîhaber olanın Yûnus Emre’yi; ondan habersiz olanın da Necip Fazıl’ı hakkıyla anlaması zordur. Misalleri çoğaltılabilecek bu devam zincirleri, birbirini besleyerek bugüne gelmiş ve günümüz ediplerine meşaleyi teslim etmişlerdir. Unutulmamalıdır ki “ Bir zincirin gücü, en zayıf halkasının gücü kadardır.” Günümüzün genç okuyucularına sağlamlığı tescillenmiş halkalardan oluşan bir zincir sunmak zorundayız. Şahsiyet sahibi okurların sayısının artması için eleştirmenler kadar öğretmenlere/öğretim görevlilerine, edebiyat dergilerine, yayınevlerine büyük sorumluluk düşmektedir. Salt ticari kaygılarla hareket ederek, doğunun ve batının klasiklerinin popüler eserlerin gölgesinde kalmasına rıza gösteremeyiz. Unutmayalım, şahsiyetli okurlar pek yakın zamanda şahsiyetli bir edebiyatın şair/yazar adayları olacaklar.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.