HARF İNKILABI’NA DAİR (1)
Türkiye’de güncelliğini yitirmeyen, esas itibarıyla yitirmemesi de gereken konuların başında harf ve imlâ meselesi gelir. Çünkü tartışma konusu olan her ne kadar alfabe olsa da bu konu doğrudan dilin, yani Türkçe’nin meselesidir. Milleti bir ve beraber kılan unsurların içinde dilin önemli bir payı bulunmaktadır. Tarihin gösterdiği bir gerçek var ki, dilini koruyan, geliştiren toplumlar hep bir adım önde olmuştur. Türk milleti de anadiline karşı gösterdiği hassasiyet nispetinde güçlü kalacaktır. Türkçe demek Türkiye demektir.
Türkçe üzerinde düşünmek için Türkçe düşünmeyi öğrenmek gerekir. Bu cümleden hareketle Türk dilinin tarihi süreç içinde geçirdiği aşamalardan habersiz; dilin semantik, morfolojik, etimolojik ve fonetik özelliklerine bigâne, Türkçe yazılmış klasik eserlerle yeterince haşır neşir olmamış birisinin Türkçe düşünmesi beklenemeyeceği gibi, bu konularda ahkam kesme hakkı da yoktur. Her Türk vatandaşı elbette dil tartışmalarına ilgi göstermeli, belli sınırlar dâhilinde de fikir geliştirmelidir. Söylemek istediğim; dil konusunun, o dili konuşan herkesin ortak mevzuu olduğu, fakat hayati önemi haiz bu konuda fikir sahibi olmadan önce bilgi sahibi olmanın gerekliliğidir. Tam bu noktada şu soruyu sormalıyız. Bu kadar önemli bir konu bir köşe yazısının sınırlarına nasıl sığar? Tabi ki sığmaz. Harf inkılâbına dair lehte ve aleyhte söylenmemiş söz kalmamış gibidir. O halde bu yazının amacı nedir?
Geçtiğimiz sene doksanıncı yıldönümünü idrak ettiğimiz harf inkılâbı, başta da ifade ettiğim gibi çok konuşulmuştur. Fakat dikkat edilirse yapılan tartışmalar hep sonuçları itibarıyla yapılmıştır. Şüphesiz, dönemin şartlarına göre düşünüldüğünde alfabe değişikliği oldukça radikal bir karardır. Ve her radikal kararın yol açtığı şekilde, aynı oranda radikal tepkiler doğurmuştur. Uzun bir yazı dizisinin ilk bölümü olarak planladığım bu yazının amacı, harf inkılabı ile ilgili tartışmalara yeni bir malzeme sunmak değil, bütün yönleriyle bilinmesinin zorunlu olduğunu düşündüğüm bu meselenin tarihi arka planını göstermeye çalışmaktır. Dil meselesi üzerinde uzun yıllardır yaptığım okumalar bana şunu gösterdi ki meselenin taraftarlarının oturdukları tribünü değiştirmeye hiç niyetleri yoktur. Akademik çalışmalarda dahi karşı görüşlerin gizlendiğinin, yok sayıldığının ve bu şekilde okuyucuların yanlış yönlendirildiğinin görülmesi için aynı eserlerin kaynakçalarına bakmak kâfidir. Ne üzerinde konuştuğumuzu bilmek, konuştuğumuz konunun geçmişine ait bilgilerin ışığında mümkün olabilir ancak. O ışıktan başlayacağım…
Devlet-i Âliyye’nin on sekizinci yüzyıldan itibaren giderek güç kaybetmesi, Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi’nin etkileri gibi pek çok sebep Türk münevverini bir takım çareler üretmeye mecbur bırakmıştı. Geri kalışın ekonomik, toplumsal ve siyasi nedenleri üzerinde tartışılırken, bir taraftan da ilk defa olarak dil ve harf meselesinin devletin içine düştüğü durumun sebeplerinden biri olarak gündeme geldiğini görüyoruz. Dolayısıyla ilk tartışmaların tarihi olarak 1860 yılını temel almamız, konuyu ilk defa gündeme getirenin ise Ahmet Cevdet Paşa olduğunu bilmemiz gerekiyor. Tarih-i Cevdet ve Mecelle müellifi, harf ve dil konularında sistematik diyebileceğimiz ilk görüşlerin sahibidir. İlginç olan, o dönem için çok yeni sayılabilecek bu fikirlerin, sonradan Jön Türkler olarak bilinecek zevattan değil de muhafazakâr kişiliğiyle bilinen Cevdet Paşa’dan gelmesidir. Yine ilginç olan, o dönemde Latin harflerinin Türkçe için yetersiz kalacağı görüşünü seslendirenin de yenilikçi fikirleriyle ünlü Namık Kemal oluşudur. Cevdet Paşa, Kavaid-i Osmaniye nam eserinde, Türkçe ’de bulunan sekiz ünlünün Arap harfleriyle tam olarak karşılanamadığını ve buna bir an evvel çare bulunmasını teklif ediyordu. Hatta kendisinin başında bulunduğu “Encümen-i Dâniş” konuyla ilgili birtakım kararlar aldıysa da uygulama fırsatı o gün için mümkün olmamıştır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, henüz tartışmanın alfabe değişikliği (tebdil-i huruf) üzerinde değil, harflerin ıslahı (ıslah-ı huruf) üzerinde olduğudur. Sonradan eğitim bakanlığı görevini de üstlenecek olan Münif Paşa, 1862’de “Osmanlı İlim Cemiyeti” nde yaptığı bir sunumda birçok kelimenin beş-on farklı şekilde okunduğunu; bunu gidermek için öncelikli olarak harflere hareke konulmasının gerektiğinden bahsetmişti. Paşa, Avrupa’da 6-7 yaşındaki çocukların bile gayet iyi seviyede okuma-yazma öğrenebildiklerini; buna mukabil Osmanlı alfabesinin zorluğu sebebiyle bizim çocukların oldukça zor öğrendiğinden dem vuruyordu. 1869 yılında Terakki Gazetesi’ nde yayımlanan “Maarif-i Umumiye” adlı makalesinde ise Hayreddin Bey, benzer sebeplerden şikâyetle Osmanlı alfabesinin bütünüyle değiştirilmeyip ıslah edilmesi gerektiğini yazmıştı.
“Türkler harflerini âbâ (babalar) ve ecdadının bir eser-i bergüzîdesi (seçkin eseri) ve milliyetlerinin bir alameti addederler. Çünkü Kur’an-ı Azîmüşşân dahi o harflerle yazılmıştır. Fakat nihayet itiraf olunacaktır ki hurûf-ı müsta’mele tebdil olunmadıkça Türkistan’da terakki (gelişme) müşkül olacaktır. Çünkü Avrupa’da sıbyan bir iki mâh (ay) zarfında öğrendikleri halde burada bu hurûf ile okumak yazmak birkaç senelerde ancak öğrenilebiliyor. Bu hal ile riyaziyyat (matematik), hikmet, coğrafya, kimya ve fünûn-ı sâire ne vakit tahsil olunacaktır? Yalnız bir okuyup yazmak öğrenmek için bunca vakitler lazım olduktan sonra Türkistan için matlûb (istenilen) ve müstelzim (lüzumlu) olan fünûn-ı nafianın (faydalı ilimler) tahsiline vakit kalır mı?”
Aynı yıl Hayreddin Bey’e cevap Ebuzziya Tevfik’ten gelir. Terakki Gazetesi’ndeki yazısında sorunun harflerde değil maarif sisteminde olduğundan bahseder Ebuzziya Tevfik. Harf ve dil tartışmalarında her zaman ön safta yer alan Namık Kemal ise Tasvir-i Efkâr ve Hürriyet gazetelerinde konuyla ilgili pek çok yazı kaleme almıştır. Yukarıda ifade ettiğim gibi Namık Kemal, Latin harflerinin karşısındadır fakat o günkü haliyle Arap harflerinin de yetersiz olduğu fikrindedir. Dilimizde bulunmayan “zâl” ve “dâd” gibi harflerin imlada kargaşa yarattığından; ayrıca yazımız harekesiz olduğu için okumada güçlükler yaşandığından söz ettiği yazılarında Namık Kemal’in işaret ettiği başka bir konu ise matbaada karşılaşılan sorunlardır:
“…harflerin muttasıl (bitişik) yazılmasından dolayı Avrupa’da basma eşkâli otuz beş kırktan ibaret iken, bizde beş yüze kadar yaklaşmak hasebiyle, mürettiplerimiz gerek tertipte ve gerek harf dağıtmakta Avrupa mürettiplerinin ancak üçte biri derecesinde iş yapmakta ve hele verilen şeylerin tashihinde onların dört beş misli vakit zâyi’ etmekte olduklarından, intişâr-ı maarifin en büyük vasıtası olan tıbâ’at (kitap basma işi) pek masraflı geldiğine nazaran hâl-i hâzırın fâide-i ıslahı müttefikun-aleyhtir.”
Görüldüğü üzere tartışmaların başladığı ilk dönemde alfabenin bütünüyle değiştirilmesi neredeyse hiç gündeme gelmemiş; fakat imlâda yaşanan aksaklıklar, Türkçe ünlü harflerin yazıda gerektiği gibi gösterilemediği gibi sorunlar sıklıkla dile dile getirilmiştir. İlerleyen yıllarda nicelik olarak da nitelik olarak da artış gösterecek olan harf ve dil tartışmaları son dönem Osmanlı aydınının temel problemlerinden biri olmuştur. Her şeyin hızla değiştiği netameli bir dönemde dilin değişmesi de kaçınılmazdı. İnkılâbın yapıcısı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün henüz dünyaya gelmediği bir dönemden bahsettiğimizi unutmayalım. İmparatorluk “en uzun yüzyıl”ı geride bırakırken Türk dili de yeni yüzyıla yeni tartışmaların gölgesinde girecektir.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.