Başkanlık Sistemi ve “Kurucu Babalar”
Başkanlık Sistemi tartışmaları elbette yeni değil.
Rahmetli Özal döneminden beri tartışılan bir konu.
Bu sistemin mucidi ise; “Kurucu Babalar”.
Başkanlık Sistemi, 1776’da İngilizler’i mağlup ederek bağımsızlığını kazanan Amerika Kıtası’nın yeni halkının temsilcileri Kurucu Babalar (Founding Fathers)’ın icat ettiği özgün bir sistem. Tek kişiye muazzam güç vermesi bakımından dönemin yaygın yönetim tarzı olan monarşilere benzese de, sistem, seçim şartı, süre kısıtlaması ve mali konularda söz sahibi parlamentosu ile ne saltanata ne de krallığa benziyordu. Dünya tarihinin önemli dönüm noktalarından Fransız Devrimi ile aynı yılda, 30 Nisan 1789’da George Washington’la başlayan başkanlık maratonu 228 sene sonra bugün Trump’la devam ediyor.
Türkiye ise, Amerika’daki başkanlık sistemini değil, Fransa’dakini kendine model olarak almıştı. Fransa, yürütmeyi meclis karşısında güçsüz kılan sitemini 1958’de De Gaulle ile değiştirerek, cumhurbaşkanının şahsında yürütmeyi güçlendirdi ve yarı başkanlık denen bir sistemi uygulamaya başladı.
Cumhurbaşkanının hükümete karşı yetki ve sorumlulukları Türkiye’den çok farklı değil, hatta Adalet eski Bakanı Oltan Sungurlu’ya göre, 82 Anayasası’nın cumhurbaşkanına verdiği yetkiler, yarı başkanlık sisteminin uygulandığı Fransız devlet başkanının yetkilerinden daha fazla.”
DALKAVUKLUK SİSTEMİNİN KAYNAĞI…
Başkanlık Sistemi’nin tartışıldığı 1995’li yılların Türkiye’sinde geçtiğimiz ay vefat eden siyasetçilerimizden Korkut Özal, bir gazetecinin “Mevcut parlamento yapısıyla Başkanlık Sistemi başarılı olur mu?” sorusuna verdiği cevap şöyle:
“Dar bölge, iki turlu seçim sistemiyle parlamentonun mahiyeti değiştirilmeli. Dar bölgede, halk gerçekten ehliyetli birisini seçer, o da bu güçle o bölgenin çıkardıklarını savunur. Parti başkanı karşısında güçlü olur. Parti hegemonyası sarsılır. Şimdi milletvekilleri zamanlarının çoğunu parti merkezinde geçiriyor, çünkü aday olmaları listeye girmelerine, bu da başkanlarına gösterdikleri itaate bağlı. İşte dalkavukluk sisteminin kaynağı.” diyor.
***
Aslında o yıllarda da sistem tıkanmıştı ve Özal, başkanlık sistemini tartışmak üzere Türkiye’de yeni gündemini kendisi belirlemişti. Özal’ın, mimarı olduğu ANAP’ın bile kendisine cephe aldığı bir dönemde bu teklifi gündeme getirmesi büyük bir şanssızlıktı. Kendisine yöneltilen “Niçin gücün varken, bu değişimi yapmadınız” sorusuna Özal’ın cevabı ise oldukça manidar:
“Hazırlığımız yoktu.”
***
Bu ülkede CHP ve HDP’nin haricinde Başkanlık Sistemi’ne, karşı çıkan partiler hemen hemen yok gibi. RP de, 1995’li yıllarda bu sisteme karşı olmadıklarını partinin “Genel Sekreteri” sıfatıyla Oğuzhan Asıltürk, “Böyle bir değişikliğin yapılması teklifi Meclis’e gelirse, bunun bizim isteklerimizi karşılayıp karşılamayacağına baktıktan sonra tavır belirleriz. Ancak prensip olarak bin yıllık tarihimizde yürütülen idari sistemin, Başkanlık Sistemi olduğu düşünülürse, RP olarak bu sistemin getirilmesine yardımcı oluruz.”
Başkanlık Sisteminin getirilmesine günümüzde MHP yardımcı oluyor. Hem de partisinin keyfiyette yok olacağını bile bile.. Keyfiyette ise Milliyetçi düşünce elbette yaşayacak. 15 Temmuz’da olduğu gibi hatta meydana bile inecek.. Ama Ülkücü zihniyet ve fikir olarak kendini geliştirip sosyo-kültürel açıdan bilimsel bir şekilde değişik projelerle kendisini çağa uydurarak geliştirme yoluna gitmediği taktirde ise; o zaman ne olacak?...
***
İsterseniz konuyu, Burhan Kuzu’nun o dönemdeki görüşleriyle bağlayalım:
“Başkanlık Sistemi’nin en önemli yanı, yetkili ve sorumluların tam olarak bilinmesi. Mevcut sistemde bu çok muğlak.
Başkanlık Sistemi’nin genellikle iki partili sistemlerde iyi gittiği görüşü var. Bu, İngiltere örneğinde görüldüğü gibi, parlamenter sistem için de geçerli. Fakat başkanın seçimi için en az yüzde 51 gerektiğinden ister istemez bizde de iki büyük parti doğacaktır. Parlamento çoğunluğu da başkanın partisinden olacaktır.
“Parlamenter rejimde kuvvetler ayrılığı prensibi var, hürriyetleri garanti ediyor” deniyor. Fakat kanunların yüzde 85’i hükümetten gelmiş, bütçenin yüzde yüzde 100’ünü hükümet hazırlıyor. Anlaşılıyor ki, parlamentoda bulunması gereken paranın kontrolü ve kanun yapma yetkisi fiilen hükümete geçmiş. Bu, parlamentonun yok oluşu demek. Başkanlıkta ise, bu iki sahayla tam yetkili olarak parlamento uğraşıyor.” (Aksiyon Dergisi, Yıl:1, Sayı:5)
AZİZİM DİYOR Kİ…
Soru şu: Sadece yürütme yetkilerini elinde toplamış bir başkanın güçsüz, yasama üzerinde son derece tesirli bir başkanın da despotlaşmayacağını kim garanti verebilir?
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.