İnci Enginün’ün gözünden Mehmet Kaplan
Mehmet Kaplan hoca hakkındaki seri yazılarımın bugün üçüncü ve son bölümüyle karşınızdayım. Bu minvaldeki yazılarımda; ilk olarak Kaplan hocanın ismini nasıl duyduğumu, talebeleriyle görüşmelerimi, hocanın önemi ve kişiliğini naçizane dillendirmiş, sonra da talebelerinin gözüyle Kaplan hocadan bahsetmeye başlamıştım. Hepsi de günümüzün çok değerli hocalarından olan ve pek çok talebe yetiren kıymetlilerimizin rahmetli Mehmet Kaplan hocamızı anlatan kısma bugün İnci Enginün hocayı konuk ediyorum.
Eminim ki birkaç gündür bahsettiğim yazılarla Kaplan hocayı anlamak, tanımak, dünyasına girmek namına bir katkım olmuştur. Lâfı daha fazla uzatmadan sözü İnci Enginün hocaya bırakmak istiyorum…
“Nurullah Ataç, çok sevdiği Ahmet Haşim’in ölümünden sonra alelacele düzenlenen toplantılardaki samimiyetsizlikten çok rahatsız olduğunu bir yazısında anlatırken vasiyetini de söyler. “Sakın ben ölür ölmez, şöyle büyüktü böyle büyüktü gibilerinden toplantılar yapmayın. Bırakın aradan zaman geçsin. Birkaç yıl sonra beni hâlâ anmaya değer buluyorsanız, ne yaparsanız yapın karışmam” der. Bir hocanın ölümünden yirmi beş yıl sonra anılması, bu türden toplantıların yapılmasının haklılığını gösterir. Merhum hocamız Mehmet Kaplan bu şahsiyetlerdendi. Biz öğrencileri, elbette yetişmemizde büyük hakkı olan hocamızı her zaman, törenlerin ötesinde ananlardanız. Onun kitaplarını okuyanlar, Türk kültürü ve edebiyatına olan nüfuzuna saygı duymaktan kendilerini alamazlar.”
“Merhum Mehmet Kaplan, ilk bakışta çok sert görünüşlü bir hocaydı. Ondan hepimiz ürkerdik. Fakat dersinin bütünlüğü bizde hayranlık uyandırırdı. Sınıfa girişi, elindeki defter ve kitapları kullanışı, öğrenciyi sorularıyla daima uyanık tutuşu, etkili anlatışı onun bütün derslerini takibe bizi mecbur bırakırdı. Hiçbir gün dersine geç gelmeyen, dersten geç çıkmayan, derste kendinden söz edip anlatması gerekenleri anlatmayan biri değildi. Yapması gerekeni yapardı ve bu, o günlerdeki başka hoca örnekleri arasında gerçekten özel bir davranıştı. Bir gün bir arkadaşımızın yaptığı yanlışa çok kızmış ve “Lütfen biraz çalışın da on yıl sonra kendiniz gibi öğrenci göndermeyin” demişti. Bizi ürperten bu cümle, aslında eğitim sistemimizin gerçek bir eleştirisiydi de. Eleme sisteminin bulunmadığı bir sistem söz konusuydu ve bir öğrenci on yıl da sürse nasıl olsa mezun olacak, öğretmenlik yapacak, yanlışlarını öğrencilerine de aktaracaktı. Öğretmenlik mesleği onun için çok önemliydi. Bana asistanlık teklif ettiğinde “bu bir yaşama tarzı” dır demişti. O zaman tam anlamamış olsam da zamanla, bu cümlenin anlamını öğrendim.”
“Hoca anlatmakla kalmamış, derslerini takip edemeyenler için yazmıştı. O zamanlar kitap yazmak, günümüzdeki kadar kolay değildi. Tevfik Fikret ve Şiir Tahlilleri’nin basılması, bir metne nasıl bakılması gerektiğini gösteren örnek çalışmalar olarak o günden bugüne kadar kullanılmaktadır. Kaplan Bey, batılı yöntemleri Türkçeye çevirmektense onları Türkçe metinlere uygulamayı daha doğru buluyordu. Bunda son derece de haklıydı. Çünkü her yöntem kitabı birtakım edebiyat metinlerine ve felsefeye dayanır. Batılı yazar kendisinin bildiği metinlerden hareket eder, göndermeleri onlaradır. Bu eserleri tanımayan Türk okuyucu için söylenenlerin fazlaca bir anlamı olmamaktadır. Nitekim günümüzde yapılan nice çeviriden yararlanmaya çalışan fakat orada zikredilen metinleri tanımayanlar, her yöntem kitabından birkaç cümle seçerek kendi yöntemlerini oluşturmaya çalışmaktadırlar. Halbuki batıdaki her yöntem kendi içinde bütünlük taşır. Mehmet Kaplan bu tehlikeyi görmüş, örneklerini Türk edebiyatından vermiştir. Ayrıca bütün doktora öğrencilerini yabancı dil öğrenmeye ve yöntem kitapları çevirmeye mecbur etmiştir. Bunun yanı sıra seminerlerde yine yöntem kitapları üzerinde durmuş, birçok uygulamalar yaptırmıştır. Onun üç ciltlik makaleleri Türk edebiyatını bütün olarak gören geniş bir bakış taşır. O hocası Fuad Köprülü ile Ali Nihad Tarlan’ın dikkatlerini birleştirmiş bir şahsiyettir. Prag okulu, yeni eleştiri anlayışıyla ortaya çıktığı sırada Ali Nihad Tarlan da “Edebiyat tarihi, edebiyatın tarihi olmalıdır” diyordu fakat sistemini kuramamıştı.”
“Mehmet Kaplan’ın Türk Edebiyatı Tarihine yaptığı en büyük hizmet, edebî eserlerini evrensel boyutta gösteren incelemeleri yapmış olmasıdır ki, bu da kendisine batıdaki Türkologlar arasında özel bir yer sağlamıştır. Bugün onun metodlarını yetersiz bulan ve eklektik çalışmalarla metin tahlillerine kalkışanlar, çoğu zaman kendi vehimlerini metinlere yansıtmaya çalışmaktadırlar ve asıl hazin olanı, dar bir dünya içinde dolaştıkları için bunlarla yetinmekten hiç de rahatsız olmamaktadırlar.”
“Merhum hocamız kendisinden sonra da, onu okuma zahmetine katılanlara nice açıklamalar yapacak, aydınlatacak bir insandı. Dostları vardı, düşmanları da. Ona niye düşmandılar? Görevini iyi yaptığı için mi? Ülkesini, milletini sevdiği ve onlar için çalışması yüzünden mi? Çevresindeki gençlerin ona duydukları güvenden dolayı mı? Yoksa tevazusundan dolayı mı? Bize o ufukları açan eserleri, dersleri, sohbetlerine rağmen, kendisinin büyük bir âlim olmadığını, gençlerden çok daha iyilerini beklediğini hep söylerdi. Sık sık da Erzurum’da keşfettiği Behçet Mahir’in sözünü tekrarlardı: “Aşk her işin başı kurban.” Böylesine özdeyiş niteliğinde birçok cümlesi vardı. Alain’in kolaycılığı, sözün parlaklığını reddeden, yazarak düşünün ifadesi de Yunus’un her gün bir vesileyle tekrarladığı mısraları da bizim dünyamıza hep hocamız vasıtasıyla girdi. Yunus ve divanlar masasının üzerindeydi. Her birinden beyitler bulur ve onları yazarak masamızın üzerine koyardı. Edebiyatla örülen ortak dünyamızda, günlük meseleler -ki aralarında çok ciddi olanları vardı- geçecekleri kesin engeller olmaktan öte gitmezdi. Bir kitabı okurken bunu hocaya söylemeliyim diyerek telefona sarılmak, hemen odasına gidivermek ve belki bir cümleden hareketle geniş bir düşünce gezisine çıkmak, hocanın ölümünden sonra en çok özlediğim anlar oldu.”
Ruhun şad olsun aziz hocam…
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.