OKUMANIN MAHİYETİ ÜZERİNE
Okuma ile gerçek hayat arasında daima bir uçurum olduğu ön kabulü; bireysel değil, toplumsal bir önyargıya dönüşmüş gibidir ve sadece bugünün değil, bütün çağların
problemidir. Okumanın, birey üzerindeki etkisinin sınırlı olmadığını, aksine sınır tanımaz bir düşünce ve hayal gücü geliştireceğinin farkına varmış olmalılar ki, hâkim güç/devletler okumaya karşı her devirlerde farklı tepkiler göstermişlerdir. Her kitap, okurun (yaratıcı okurun), yazarın düşüncesine ekledikleriyle birlikte yeni düşünceler, yeni kitaplar oluşturan büyük bir çığa dönüşür. Buradaki temel sorun, bu birikime nasıl yaklaşıldığıdır.
Okumanın Tarihi isimli kitabında Alberto Manguel şöyle diyor: “Halkçı rejimler unutmamızı isterler ve bunun sonucu olarak da kitapları gereksiz bir lüks olarak nitelerler. Totaliter rejimler düşünmemizi istemez,
bu nedenle de yasaklar çıkarır, gözdağı verir, ya da her ikisini birden yaparlar; çoğunlukla aptal olmamızı
ve uysalca aşağılanmayı kabullenmemizi isterler, bu nedenle de düzeysiz basmakalıp yapıt tüketimini desteklerler. Böyle koşullar altında okurun aykırı olması kaçınılmazdır.” Notre Dame’ın Kamburu’ nu okuyanlar hatırlayacaktır; romandaki rahibin korkulu rüyasıdır kitap.
Avrupa tarihi, kitap yüzünden işlenmiş cinayetlerle doludur. Üstelik hayatına kastedilenler yalnızca yazarlar değil, okurlardır da. Geçmişte doğu toplumlarının da kitaba gereken değeri vermediği görülür. Muhammed İbn-i Hanbel’in kitabî bir tartışma sonrasında zindana atılması gibi pek çok örnek verilebilir. Hâlbuki semavi dinler olarak adlandırdığımız dinlerin ortak yönü bir kitaba dayanmalarıdır. ***‘Okur-yazar’ ve ‘yaratıcı okur’ kavramlarını önemli buluyorum çünkü her yazar aynı zamanda bir okur, her okur da bir yazardır. Yazarlığın bir meslek olarak görülmediği
zamanlarda; yazılan bir metnin paylaşılması, yani okur tarafından alımlanması (bu kelimenin ne anlama
geldiğini bilmiyorum), sonrasında okurun metnin yanlışlarını tespit ederek yeniden üretmesi de yazarlığa dâhildi. Şunu da unutmayalım ki okuma eylemi geçmişte bireysel değil topluca yapılan bir eylemdi. Kitap okuma dediğimiz hadise belirli bir mekânda hazır bulunanların yüksek sesle okuyarak yaptıkları bir eylemdi. Bireysel okuma ve buna bağlı olarak kendisine ait bir kitaplık oluşturma fikrinin Aristoteles’e kadar uzandığı biliniyor. Okumanın kişiselleştirilmiş bir eylem olmasıyla birlikte ‘yalnız okur’ kavramıyla tanışmış oluruz. Bugün “okuyorum”
diyen birisi aslında bize “yalnızım” diyordur ki ben buna ‘muhteşem yalnızlık’ adını verdim. A. Tarkovski’ ye atfedilen bir söz var: “Kendinizi, kendinizle vakit geçirmeyi
yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin.”***Kadim kitaplar havas-avam ayrımı üzerinde hassasiyetle
dururlar. Havasa dâhil olmanın şartı modern zamanların anladığı gibi para, güç ya da şöhret sahibi olmak değil; bilgi idi. Cemil Meriç’in nezih ifadesiyle “mabede bayağılar giremez” di. Günümüzde –iyi niyetle- kullanılan ‘aydın’ kavramı, havası oluşturan âlimlerin niteliklerini taşıyamayacak kadar dar bir anlam içermektedir.
Modern dünyada aydın, uzmanlaşmış insana deniyor. Uzmanlaşmak, bilginin bölünmesi/parçalanması
demek. Temel İslami bilimlerden yine bu bilimlere ait temel kavramları dahi bilmeden aydın doktor, mühendis, mimar olunabilir. Benzer şekilde fiziğin, kimyanın temel bilgilerinden habersiz bir aydın din adamı da olunabilir. Bizim için bugün normal karşıladığımız bu gibi durumlar
için Birûni, Farabî ya da Pascal ne düşünürlerdi acaba.
Zannederim acı bir tebessüm belirirdi yüzlerinde. Yakın zamanlarda ‘münevver’ ve ‘entelektüel’ kavramları
kullanılırdı ki, bence her ikisi de ‘aydın’ kavramına nazaran daha şümullüdür/kapsamlıdır. Günümüz aydını kendinden emindir. Kafası karışık değildir. Bilmenin verdiği haklı! Gururla dopdoludur. Ne var ki bize mahviyet
elbisesi giymiş kafası karışık adamlar lazım. Şüphe eden, karıştıran, doymak bilmeyen bir iştiyakla öğrenen adamlar…***Hayır, ben okumanın niteliği ile ilgileniyorum. Öyle olmasaydı bu yazıda, 2017’de yüzde 52 olan “hiç kitap okumuyorum” diyenlerin oranının 2018’de yüzde 60’a çıktığından falan bahsetmem gerekirdi. ‘Yalnız okur’ ların giderek yalnızlaştığına şaşıracak değiliz ya! Kitabevlerinin adının kitap satış mağazasına dönüştüğü bir yerde iç çamaşırı ile kitap arasında tüketim malzemesi
bağlamında pek bir farkın kalmayışı da şaşırtmaz bizi! Adı geçen mağazaların vitrinlerindeki tuhaf dualar içeren ya da koca sayfaya bir cümlecik twit yazarak bizimle alay eden kitapların yüzlerce baskı yapmasına alıştık diyelim. Bu kadar çok kitap satılıyor da niye kitap okunmuyor? Sorusuna akl-ı selimle bir cevap bulamayışımıza
ne demeli? Neyse ki ben bunlarla ilgilenmiyorum.
Bu yazının yayımlandığı gazetenin kültür-sanat sayfasını
hazırlayan arkadaşım Yusuf Alpaslan, nice zamandır
bir kitap tanıtım yazısı yazmamı istiyor benden. Bu konuda yeteneğim olmadığını defaatle belirtmeme rağmen
bu isteğinden vazgeçmedi. Yazıya başlarken aklıma geldi ve konuyu mezkûr kitaba getirmeye çalıştım ama söylediğim gibi yeteneğim yok, yapamadım (bir önceki paragraf sinirlerimi bozmuş olacak). Tanıtamasam da tavsiye edebilirim. Kitap satış mağazasının!vitrinindeki “çok satılıp hiç okunmayan kitaplar” bölümünü geçince az ilerde Avangard Yayınlarından 2017 yılında çıkan Hakan
Arslanbenzer imzalı Eskimeyen Kitaplar nam eseri okuyabilirsiniz. İçinde dua ya da twit yok. Kitapta, çağlar boyu sesi kısılmadan haykırmayı başarmış iki yüz elli klasik eserle ilgili özenle tutulmuş notlar bulacaksınız. Klasiklerle arası iyi olanın işi rast gider. Eskimeyen kitaplardan bahseden bir kitap da eskimez; başucunuzda
bulunsun.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.