Biz Efkârlı Bir Nesiliz!
Gençlik yıllarımızda, sözleri Yunus Emre’ye, bestesi Erol Sayan’a ait olan, “ Ağlatırsa Mevlam yine güldürür” şarkısı vazgeçilmezimizdi.
Ne güzel sözlerdi onlar…Ve ne hoş bir besteydi. Halen dilimizde…
“Dertli ne ağlayıp gezersin burada /Ağlatırsa Mevlam yine güldürür /Nice dertli kondu göçtü buradan / Ağlatırsa Mevlam yine güldürür”
“Sevdaya salma bu garip başını / Akıtır gözünden kanlı yaşını / Kerimdir onarır kulun işini / Ağlatırsa Mevlam yine güldürür.”
Birde Erkin Koray’ın “Fesupallah” şarkısı vardı. O şarkının sözleri de bizi çok etkilemişti.
Nasıl etkilenmesindi ki…
“Alemin keyfi yerinde yine maşallah / Bize de bir gün kader güler, güler inşallah / Böyle gelmiş böyle gidecek korkarım Allah / Yok mu çaresi dostlar fesupanallah”
Erol Sayan’ın şarkısının, “ Ağlatırsa Mevlam yine güldürür” kısmı, Erkin Koray’ın şarkısının, “ Bize de bir gün kader güler, güler inşallah” bölümleri dilimizden düşmezdi.
Biz efkârlı bir nesiliz! Efkârımız hiç dağılmadı. Kendimizden başka her şey derdimizdi bizim. Aynen, “Dertleri zevk edindim, bende neş’e ne arar” şarkısının dizeleri gibi.
Gençlik yıllarımızdan itibaren yuvarlanan taş yosun tutmaz misali yıllarca o şehirden, o şehire dolaştık durduk.
Ülkemizin en ücra, elektriği olmayan, kar yağdığında yolu kapanan, yazdığımız mektup 20 günde gideceği yere varan köşelerine doğru neredeyse yarım asır önce çıkmıştık yola.
ÇÜNKÜ BİZ, VEFAYI VE VEFASIZLIĞI DOLU DOLU YAŞADIK.
O yollarda, o yıllarda, o ücra köşelerde öğrencilerimizle avunduk. Sıcak kanlı, misafirperver, gurbet nedir bilen insanımız ekmeğini bölüştü bizlerle. Sofrasını açtı. Onlardan gördüğümüz samimiyeti, içtenliği, sevgiyi ve vefayı kimseden görmedik.
Ne biz onları unuttuk, ne de onlar bizleri…
Çalıştığım birçok yere yıllar sonra gitmek tekrar nasip oldu. Her gittiğim yerde gözlerim doldu.
Bizim neslimiz belki mesleğimizin özelliğinden, belki fıtrattan gelen özelliğiyle, belki artık yaşlarımızın kemale ermesinden dolayı oldukça duygusal.
Çünkü biz, vefayı ve vefasızlığı dolu dolu yaşadık. Efkârımız biraz da ondan…
Söz verenlerin nasıl sözünden döndüğünü, yarı yolda bırakılmanın ne olduğunu, insanın bir yerlerde bile bile nasıl unutulduğunu sınanarak ve sınayarak öğrendiğimiz yıllar ve dönemler geçirdik.
O yıllarda, kendimizi anlatmaya çalıştık, anlayan olmadı, dinleyen olmadı. Anlamış gibi yapanları, dinlemiş gibi görünenleri o günlerden beri iyi biliriz.
Onlarca yıl, bizleri idare edenlerden pek azı hariç bizi düşüneni, bizim için üzüleni ve çare arayanı görmedik. Onların değerini ne zaman anladık dersiniz?
Ancak aramızdan ayrıldıklarında!
ENKAZ EDEBİYATINDAN MİLATLARA!
Gönlünden geçeni veremeyenleri dinledik. Gönlümüzden geçeni veremiyoruz demişlerdi. Veremediler. Gönlümüzden de şu geçmişti diyemediler.
Enkaz edebiyatları dinledik. Kucağımızda enkaz bulduk, enkaz devraldık denildi. Bir türlü kaldırılamadı o enkazlar. O enkazlar kalkmadığı içinde, enkaz altında kalmak o dönemlerin insanlarına yani bizlere düştü.
Enkaz altında bırakılmanın ne olduğunu, enkaz altından kurtulma yollarını da yine bizlerden başka kim bilebilir ki?
Sonra kemer sıkma gündeme geldi. Birkaç sene kemer sıkalım, iyi olacağız denildi. Bana yüz gün verin, altı ay verin, üç sene verin ülkeyi düzlüğe çıkarayım diyenleri dinledik. Günleri, ayları, yılları verdik. Kemerleri sıktık, dişimizi sıktık. Sonra bir de baktık ki, ortada ne gün kalmış, ne ay, nede yıl. Ne belimizde kemer, nede ağzımızda sıkacak diş!
Bizim yerimizde sabır taşı olsa çoktan çatlar, patlar dağılır giderdi, un ufak olur parçalanırdı, lakin biz yine sabrettik, sabrediyoruz, sabredeceğiz diyenlerden olduk!
Sonra ne mi oldu? Beyaz, bembeyaz sayfalar açıldı.
Yeni bir sayfa açtık, geçmişi sildik, yeniden başlıyoruz diye bir çuval süslü kelamlar edildi.
Beyaz sayfa açmayan kalmadı. Keşke beyaz sayfayla kalsaydı.
Birde milat meselesi çıktı geldi ardından…
Siyasilerimiz bu bir milattır diye başlıyorlardı söze…
Milattan önceyi, milattan sonrayı bilirdik bilmesine de, bu milat neyin miladı, neyin öncesi, neyin sonrası diye soran da olmadı, akıl yoranda…
Netice olarak, “bu bir milattır” demeyi çok sevdik. Halen milat demeye devam…
TAŞIN ALTINA ELİNİ KOYAMAYAN YÜREĞİNİ NASIL KOYACAK?
Sonra taşın altına el koyma modası çıktı. Moda olunca, ben elimi taşın altına koymayı düşünüyorum diye başladı ve havada uçuşmaya başladı laflar, cümleler, mesajlar, açıklamalar.
Bir de baktık ki, taş kalplilerin arasında kalmışız da haberimiz yok.
Taşın altına ellerini koyacak olanlar hemen her tarafta düşünmeye devam ediyorlar.
Bu arada işin edebiyat faslı ilgi ve alaka çekince, taş üstüne yeni eklemeler ürettiler.
Taşın altına ellerini koyamayanlar, biz taşın altına değil elimizi gövdemizi dahi koyarız dediler.
Baktılar ki, bu lafta kesmedi.
Bu seferde, biz taşın altına yüreğimizi koyacağız demeye başladılar. Yürek kelimesiyle bam telinden vurduklarını görünce, taşın altına yüreklerini koymaya devam ettiler, ediyorlar.
Yüreklerini söküp de koyacak halleri yoktu ya…Ellerini koysalar ya parçalanırsa dediler.
Gövdelerini koysalar, ayak kırılır, kaburga kırılır, maazallah taş bu ne yapacağı belli mi olur denmiş
olacak ki, yürek kelimesi cankurtaran misali, kurtarıcı oldu.
Kürsülerde geçeri iyiydi, piarı da pek yüksek!
Şimdi, taş kalplilerin, taşın altına el ve yüreğini koyma hikayelerini dinliyoruz. Taşın altına konan ellerin kendimizin elleri olduğunu hiç görmeden, hiç düşünmeden!...
BÖLÜŞME VE PAYLAŞMAYI ÖĞRENEMEDİK!
Bölüşme ve paylaşmayı dillerde gezdiren kim? Yere göğe sığdıramayan kim? Görünmez, bilinmez kapıların ardına gizleyen kim? Kilit üstüne kilit vuran kim?
Onu hüzün dolu bir türkü misali içli içli söyleten, bekleyenleri hasretle yollara baktıran kim?
Biz dilimizden eksik etmesek de;
Bölüşme ve paylaşmayı öğrenemedik!
Öğrenmek istemedik!
İşimize bir türlü gelmedi!
Aklımız yatmadı!
İçimizden atmadı!
Kafamız basmadı!
Gönlümüz nedendir bilinmez razı olmadı! Nalıncı keseri gibi hep bana hep bana dedik!
Eğri-büğrü ne varsa düzelten rendeler vardı ya hani…
Rende, bizdeki eğrilikleri düzelteceği yerde, rende benim, her ne yaptıysan benim, al şu ortadaki geçer ücreti, sevildiğini bil, fazla da uzatma dedik, söz verdiğimiz insanlara!
Bu arada, bir sana, bir bana diyen testere nerelerdeydi acaba? Bölüşmenin ve paylaşmanın piri, üstadı madem ki oydu, nerelere sakladı onu, bölüşme ve paylaşmayı dillerinden düşürmeyenler?
*****
Korona en yakınlarımızı, sevdiklerimizi, dostlarımızı, arkadaşlarımızı alıp gidiyor, her sabah yeni hüzünlere, yeni üzüntülere uyanıyoruz, içimiz yanıyor, içimiz… Efkârımız onun için bitmez bizim.
Ekonominin vurduğu esnaflar, dar gelirliler, asgari ücretliler, emekliler, işsizler, fakir-fukara, garip guraba yanıyor.
Bu durumu saklayanlar, var olana yok diyenler, ortalığı toz pembe gösterenler, bu yaptıklarını işgüzarlık sanıyor.
Onun için, rahmetli Sadri Alışık gibi “Efkârlıyım abiler” diye bağırıyoruz, bir duyan, bir gören, bir bakan olur mu diye!
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.