“BU DA GEÇER, GEÇER, GEÇECEK DE YA DELİP GEÇERSE” (!)
Bugünlerde iyi değilim. Aman yanlış anlaşılmasın “iyi değilim” derken maddi yönden ya da kendimin işi gücü ile ilgili filan hiçbir sıkıntım yok. Şükürler olsun. Yalnız sürekli toplumun içindeyiz ya. Sürekli hareket halinde o dükkândan öbür ofise kuş gibi konuyoruz yaaa, işte buralarda güzel dahası samimi insanlarla yaptığımız her sohbette her akli selim biraz vicdan sahibi biraz da Allah’tan korkan yürekli insanlar dönüp dolaşıp aynı yere geliyorlar “İyiye gitmiyoruz” deyiveriyorlardı…
Evet, evet “iyiye gitmiyoruz” derken bizden çok daha akıllı, çok daha Allah’tan korkan kuldan utanan insanlardı bu kişiler. Yerine göre İslamiyet’i konuştuğu gibi yaşamaya çalışandan tutun da, piyasaların içinde olan, sokağı gören düzgün sosyal demokratlara, para de neymiş pul da neymiş bunların hiç birine takılmayan bayrak, vatan, ezan için çırpınan gocaman yürekli vatansever milliyetçilere kadar her kesimin düzgün insanları sohbetin belli bir noktasında buluşuyorlardı.
İnsanlarımızın ortak cümlesi bir yerden “İyiye gitmiyoruz, Allah sonumuzu hayır eder inşallah” ile noktalanıyordu.
………….
Vallahi benim ferdi olarak hiç kimse ile paralı pullu makamlık gelecekle ilgili hiçbir beklentim de yok sıkıntım da. Ama millet dertli. Neden dertli? Gelecek adına şüpheliler.
Nasıl olmasınlar ki?
Mesela dün sağlık ile ilgili bir şey yazdık ya.
Dün sabah Konya sağlığının en tepesindeki bir dostumuz aradı. Uzun uzadıya konuştuk. Resmi olarak herkes kendisini kurtarıyor ama özünde bire bir yaşanan nedir biliyor musunuz?
Evet kağıt üzerinde “aciller ücretsiz?” ama neye ve kime göre ücretsiz? O anda sizi gören size tanıyı koyan acildeki doktorun tanı teşhisine göre?
O ne demekmiş demeyin haaaa…
Tanıyı koyan doktor beyin vicdanı sizi kırmızı acil olarak görürse ücretsiz yeşil ya da sarı acil tanısı koyarsa aciller ücretli.
Mesela düşüyorsunuz ayağınız kırık ya da çatlak. İnanılmaz bir ağrı ve acı var sabahı bekleyemiyorsunuz acile gidiyorsunuz. Doktor bey film filan çektiriyor. Doğru. Acilden çıkarken de ücret isteniyor. İtiraz ediyorsunuz doktor bey birden haklı çıkıyor? Nasıl mı?
Çünkü doktor bey bilgisayara girerken “yumuşak doku tanısı” derse ücretli oluyor demezse ücretsiz. (MİŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞŞ) Eeeee o zaman doktor beyin çalıştığı hastane nasıl para kazanacak?
Asla güzel, temiz, doğru hekimlerimizi zan altında bırakmıyoruz. Ama yukarıda yaşanılan olay Konya’da merkezde ve de sağlığın en başındaki yetkilinin başına gelmiş. Yani yaşanmış bir olay. Kimse zıplamayacak. Yalan yanlış da demeyecek. Diyemez de. Diyen varsa ya da çıkarsa o hastanenin ismini de yazmaya hazırım.
O zaman olay geliyor geliyor vicdana geliyor. Vicdan paraya, cüzdanın arasına sıkışmış oluyor o zaman.
Vallahi hiç kimse kusura bakmayacak bizim hemşerimiz başımız sıkıştığı zaman hemen müracaat edebileceğimiz Sayın Sağlık Bakanımız Koca ekranlarda hepimize bakarak şehir hastanelerinin garantisi yok dedi değil mi?
Dedi mi? Dedi.
O zaman inanacaksınız kardeşimmmmmmm. O zaman ben size de inanmam başkasına hatta kendi cebimden verdiğim paraya da inanmam. Demek ki büyüklerimiz doğru diyor. O zaman ben kendi kendime yalan söylüyorum biz de yaylan söylüyorsunuz tamam mı?
*******
VİCDAN…
Dün öğle yemeğinde bir mobilya, ağaç sektöründen bir işadamımızla aynı konuları sektörü piyasaları konuşuyoruz. Çok ümitsiz. Soruyorum oyunu AK Parti’ye vermiş.
Soruyorum, “Neden verdin peki o zaman piyasalara güvenmiyorsan abi?”
-“Para piyasası sıkıştı. Mecbursun. Bu işte vicdan meselesi, vicdan ve para abi” devam ediyor “Önümüz ramazan. Arkası kurban, gitti üç ay. Ondan sonra da sezon bitti. Ne olacak?”…
………………….
Dün saat 10.15.
Nalçacı Sille kavşağı, yukarıdan geldik sola dönüp Nalçacı’ya gireceğiz. İki araç ışıklarda durduk. Yeşil yandı hareket ettik ama frene bastık. Çünkü Kule tarafından gelen bir dolmuş duruyor burnu bizim geçişimizi engelliyor. Bir, iki, üç yolcu hem de ikisi çocuklu. Tek tek yavaş yavaş iniyorlar. Doğal kendilerince. Dolmuşçuya bakıyorum o da elindeki cep telefonuna bakıyor. Çok rahat. Kimin umurunda ki.
Bu saygısızlığı, rahatlığı bir abimle paylaşıyorum.
Abimiz Konyalı. Konya’yı ve Konyalıyı çok iyi biliyor çünkü iş adamı.
Bana sormaya başlıyor.
“Uğur abi sen de bizim gibi geziyorsun. Bu kamera işi nüfusa oranla Türkiye’de en çok Konya’da doğru mu her taraf kamera…”
-“Evet abi”
-“Peki bu kameralarda herkes her araç izleniyor mu?”
-“Evet abi”
-“Hiç bu işlerden ceza yiyip de sana gelip feryat eden oldu mu?”
-“Hayır abi”
-“O zaman bu millet bundan anlıyor ki herkes yaptığını yanına kar sanıyor. Bu olay vicdan meselesi abi vicdan. Biz kurallara uyuyorsak şahsen ben kendimi enayi olarak kabul ediyorum.”
………………….
O yüzden iyi değilim değerli dostlar.
Ben böyle konuşa dururken, bir dost aşağıdaki hikayeyi gönderdi. Okudum. Okudum Cuuuk diye oturuyordu.
…………..
Bundan bin küsur sene öncesinden, taaa Bizans zamanından kalma bir halk deyişinin Türkçeleşerek günümüzde de devam ettiğini çoğumuz bilmeyiz.
Sıkıntılı anlarda söylenen ve aslı Rumca ‘K’afto ta perasi’ olan bu söz Selçuklular zamanında Farsçalaşıp ‘İn niz beguzered’e dönmüş, Osmanlılar devrinde de Türkçeye çevrilip ‘Bu da geçer’ haline gelmişti.
Sözün aslı bundan bin küsur sene önceye, bölgede Bizans’ın hakim olduğu zamanlara rastlıyor. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘Bu da geçer’ manasına gelen ‘K’afto ta perasi’ diyorlar. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçiyor ama Farsçalaşıp ‘İn niz beguzered’ oluyor, Osmanlılar devrinde Türkçe söyleniyor ve ‘Bu da geçer’ deniyor. Derken tekkelerde ve dergahlarda da benimsenince sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘ya hu’ eklenip ‘Bu da geçer ya hu’ haline geliyor.
………….
Devri Osmanlı'nın en sıkıntılı yıllarıydı. Ortadoğu'da, Balkanlarda, Kafkaslarda isyan, kaos, ayrılma, ihanet ve acı bitmiyordu.
Tahta 2. Mahmut geçer. Osmanlı padişahları içinde en reformcu, en yenilikçi, ama en çok sıkıntıyla uğraşan sultanıydı. Dağılan imparatorluğu bir arada tutmak için her şeyi yapıyordu.
Ancak 31 yıllık iktidarı boyunca, ne batının saldırısı durdu, ne savaşlar, ne imparatorlukta karışıklıklar bitti. Derdi deryaları aştı, sonunda veremden hayatını kaybetti.
HER DERDE DEVA BİR SÖZ BULUN
O bunalım günlerinde der ki, 'bana öyle bir söz bulun ki, bu dertlerin, bu acıların, bu sancıların arasında onu okuduğumda umutsuzluğum gitsin, tasam bitsin, acım dinsin. Sonra mutlu olduğumda yine onu okuyayım, rehavete kapılmayayım, dünya nimetlerine tamah etmeyeyim, saltanat makamının, tahtımın gücüyle aslımı, insanlığımı unutmayayım. İşte bu sözü, bir yüzüğe yazdırayım, her gördüğümde, neşemde ve hüznümde bana aynı etkiyi yapsın.'
Herkes yola revan olur, ahali seferber olur. Yüzük ustaları der ki, 'bu sözü bulmak bizim haddimize değildir, bu bilgelerin, alimlerin işidir'.
Bilgeler der ki, 'biz tek sözle hem umutsuzluğu, hem mutluluğun rehavetini giderecek, hem de yüzüğe yazılacak kadar kısa bir sözü bulamayız. Bu şairlerin, ediplerin işidir.'
Şairler, edipler, güftekarlar, alimler, şeyhler ne kadar ilimle, sanatla, kitapla, kalemle işi olanlar uğraşmışlar, yazmışlar, çizmişler, padişahın huzuruna çıkarmışlar. Lakin hiçbirini beğenmemiş Sultan Mahmut.
Nice ademoğlu uğraştıysa olmamış, bilememiş, bir yüzüğe söz yazamamış.
BİR DERVİŞİN HEYBESİNDEKİ HİKMET
Bir gün İstanbul'a bir derviş gelmiş. Diyar, diyar gezer, gönül erlerinin, irfan sahiplerinin, hikmet ehlinin izlerini sürermiş. Sırtındaki heybesinde bir azığı yokmuş ama gönül heybesi, yedi iklim Osmanlı'nın, Diyar-ı Rum'un ve dahi, Hicaz'ın, Bilad-ı Şam'ın topraklarından topladığı irfan ile doluymuş.
Demişler ki, 'ey derviş, hoş geldin. Sultan Mahmud'un bir isteği vardır. Nice alimler, bilgeler, şairler, edipler bulamadı bir çare. Senin heybende bir çare var mıdır buna?'
Derviş, onca yıllar, onca diyarda, onca insanda gördüğü, yaşadığı ve hikmetine nail olduğu gönül gözünü açmış, diğerini kapatmış. Ve heybesinden birikmiş tüm hikmet, bir sözle dışarı çıkmış: “Bu da geçer ya HÛ”
BU DA GEÇER YA HÛ
Duyanlar büyülenmiş. Bu sözü alıp, Şeyhul Hattatin Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yanına koşmuşlar. Demişler ki, 'öyle bir yazı yaz ki ey hattat, sultanlar, vezirler, derdi olanlar, yokluk çekenler, umutsuzluğun pençesine düşenler ve dahi varlık içinde yüzüneler ve illa ki gücün, kuvvetin rehavetine kapılanlar gördüğünde kendine gelsin. Yedi iklim padişahının yüzüğüne yazılsın, hiç unutulmasın.
Alim, bestekar, şair ve gönül ehli Kazasker Mustafa İzzet Efendi, kamışını mürekkebe daldırıp, aharlı kağıda döküvermiş sözü. Celi sülüs istif tarzında, bir de farsça yazmış.
İstifi, ustalar yüzüğe işlemiş. Sultan Mahmut yüzüğü almış ve sözü okumuş: “Bu da geçer ya HÛ”.
O günden sonra, o yüzüğü hiç parmağından çıkarmamış. Derdi olduğunda, acıları arttığında, sıkıntıları çoğaldığında bunu okumuş. Zaferler kazandığında, neşesi arttığında, tahtının keyfine vardığında bunu okumuş.
Ve her daim, “bu da geçer ya HÛ” diyerek kendine gelmiş.
……………..
Geçecek. Geçer……..
Ama inanın vicdan; cüzdanda ve makamda ise delip geçecek diye canım sıkılıyor işte.
GÜNÜN OKKALI SÖZÜ
Erişmek istediği hedefi olmayanlar çalışmaktan zevk alamazlar.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yayalar, yayaların geçiş üstünlüğü olduğu yerleri iyi bilip yola öyle atladıkları zaman daha iyi ADAM oluruz.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.