Ene ve Mahiyeti
Ene; bize “benlik” hissini veren, bir şeffaf perde.
Bir emr-i itibari, bir emr-i nisbi. Yani aslında var olduğu bilinen, kabul edilen ancak hariçte bir vücudu, varlığı olmayan…
Ene; tıpkı akıl gibi, şuur gibi, ruh gibi. Hariçte maddi vücutları olmadığı için idrak edemeyiz, algılayamayız ancak varlıklarını kabul ederiz.
Yaygın olarak ene, enaniyetle karıştırılır ve ona haksız ithamlarda bulunur.
Cenab-ı Hak, insana bu alemin maddi yüzünü anlaması, idrak etmesi için nasıl maddi bir beden vermiş ve onu göz gibi, dil gibi mükemmel maddi cihazlarla donatmış ise aynı şekilde manevi alemi hatta alemleri okuması idrak etmesi için de manevi bir beden vermiş ve onu kalb, ruh, sır vs. manevi cihazlarla donatmıştır.
Peki ene’nin mahiyeti nedir? Nasıl bir rol üstlenmiştir? Göklerin, dağların yüklenmekten çekindiği o emaneti insan nasıl yüklenmiştir?
Şu görünen alemde Cenab-ı Hakkın esma-yı İlahiyesi (İlahi isim ve ünvanları) tezahür eder, görünür. Her bir eser ve eserdeki her mükemmel iş; Cenab-ı Hakk’ın isim ve ünvanı altında cereyan ettiğini bize ilan eder, bize okutturur.
O halde dünya’da Cenab-ı Hakkın mükemmel sanatının neticesi olan her bir eşya ve her şey; simasında (görünen ve görünmeyen yüzünde) esma-yı İlayiyeye (İlahi isim ve Ünvanlara) perdedarlık yapar, onların perdesi hükmündedirler ve bu perdelerde o isimleri ve manaları idrakimize, algımıza gösterirler.
Eşya, esma-yı İlahiyenin bir nevi perdesidir.
Ene ise, öyle mübarek bir kudsi perdedir ki sıfat-ı İlahiyenin tezahürüne, bilinmesine perde olur. İlahi sıfatların nuru, insana bir emanet olarak verilmiş ve bir varlık bile olmayan ene perdesinde zuhur eder, görünür. İnsan o İlahi nurun bir gölgesini, bir tecellisini görür ve bir derece idrak eder.
Ene ayinesinde görünen hayat nuru ile hayatı; ilim nuru ile ilmi; irade nuru ile iradeyi, vs. idrak eder, algılar.
İşte insan Yüce Yaratıcısının, Halik’ının yanında ne kadar kıymetli olduğunu anlasın. Cenab-ı Hak, insana insanın kendi benliğini hissettiği bir nokta olan ene noktasının, hemen içinde İlahi nurunu tecelli ettiriyor, gösteriyor ki insan o nuru anlasın Yaratıcısını tanısın, tesbih etsin ve kendi varlığının O nur içinde bir hiç hükmünde olduğunu bilsin.
Ancak insan emanete hıyanet eder. O, kendi ene aynasında, perdesinde görünen sıfat-ı İlahiye nurlarına; hayat, ilim, irade, kudret vs. sahip çıkar “bunlar benimdir” der. Nefsin de ona verdiği şevk ile bir malikiyet, sahiplik iddiasında bulunur. İçinde Güneş’in tecelli ettiği, göründüğü basit bir cam parçasının “güneş bendendir” demesi gibi bir acze düşer.
Bu hayat benimdir, bu ilim benimdir, bu kudret, güç benimdir. Bu irade, şuur benimdir. Bu görmek, duymak benimdir, benim eserimdir, ya da tabiatın eseridir der. Firavun gibi ihanetin zirvesine ulaşır ki işte enaniyet budur.
İlahi sırlara giden bir anahtar hükmünde olan ene, senin o enaniyetin nedeniyle yağmur gibi maneviyatına gelmekte olan İlahi nurların kesilmesiyle manevi bir karanlığa seni mahkum eder.
Bilirsin, karanlık kendi zatında bir varlık değildir. Işığın, nurun olmaması karanlığa neden olur. Işık, zatında vücuttur, varlıktır. Karanlık vücut değildir, yokluktur, ışığın olmamasıdır ve zulümdür.
Enaniyetinle o zulme, o karanlığa vesile olursun ve sen de nefsini karanlıklara giriftar eden zalimlerden olursun.
Rabbimiz, bizi “enaniyetimize” bırakma, muhabbetini kalbimizden eksik eyleme ve bize hep İlahi aydınlığı nasip eyle. Amin.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.