PEK SEVERİZ ETEĞİMİZE TAŞ TOPLAMAYI!
Neden taş toplarız, neden eteğimize bu kadar çok taş biriktiririz, neden topladığımız taşları dökmekte zorlanırız? Neden barışmak yerine küslüklere, aralara mesafe koymalara, adını bile unuttuğumuz uyduruk sebeplere sığınırız!
Hem de hoşgörü kavramının şehrimizin cadde ve sokaklarında tur attığına neredeyse yemin edeceğimiz bu dönemde!
Ortada bir yalan var, var olmasına da!
Yalancı kim?
Onlar, bunlar, şunlar, sen-ben, öteki-beriki tekerlemesiyle, yalanda yalancılarda geçiştirilip durulur. Hem, yalandan kim ölmüş değil mi efendim?
Adetimizdir, pek severiz eteğimize taş toplamayı. Güya niyetimiz vakti saati gelince dökmektir amma, o vakit birçoğumuz için, bu dünyadan ayrılış saatine kadar uzar gider!
Taşların güzelliğinden mi, özelliğinden mi, bilinmez dökemeyiz eteğimizdeki taşları…
Biz dökersek, başkaları da döker, ortalık karmakarışık olur diye mi, düşünürüz bilmem!
Taş diye emek emek toplanılan şeyler; sırdır, kindir, garezdir, çekememezliktir, hasetliktir, kazdığımız kuyular, kurduğumuz tuzaklardır, kıskançlıktır, erişemediğimiz şeylere çamur atma üzerine kurulu tezgâhlardır, büyük bir çoğunluğu da dedikodudur.
Bazen taşlamanın dozu kaçar, o zaman da şeytan taşlar gibi birbirimizi taşlamaktan ne zaman vazgeçeceğiz, soruları uçuşmaya başlar.
Taş ne midir?
İnsanın niyeti neyse, hedefi neyse taş odur!
“Bir taş attım havaya…” diye başlayan türkümüzü bilirsiniz!
Taşı havaya atanların niyeti her ne olursa olsun, taş, her zaman, bildiği yere, varacağı yere düşer! Yalnızca, niyetler halisane olduğu durumlarda, niyeti halis olanın gönlünden geçirdiği yere kendiliğinden gider, düşer de kimse bilmez!
*****
Hırsımıza mağlup olan yaklaşımlarımızın teşvik görmesi, tahriklere çabuk kapılmamız, hıncımızı almadan karnımızdaki şişlerin inmemesi, yüreğimizin bir türlü soğumaması, hoş görmeye yanaşmayan tavrımız keşke hayatımızın gayesi olarak kabul görmeseydi!
İyi niyet denen o güzel hasleti, git bir daha da gelme diye, uzunca bir tatile gönderenler bizleriz! Her gelmek isteyişinde ise, sırası değil, zamanı gelmedi, ben haber vereceğim babında laflarla geri getirmemek için, bin dereden su getirmeyi marifet sayanlarda bizden başkası değil!
Garibim hoşgörü, dilimizden düşmeyen, ancak, yanımızda yakınımızda olmasından zerrece hoşnut olmadığımız bir kavram olarak, kenarda bir yerde, boynu bükük, gözleri yaşlı, hüzünlü bir şekilde bekliyor!
Sıktığımız dişlerimizin ardına binbir özenle sakladığımız gülümsemeler, insanlara tepeden bakan, küçük dağları ben yarattım dercesine gurur ve kibre, birazda mağrurluğa sığınmış, alaycı bir hale dönüşmüşse, üç günlük dünyada biz ne yapıyoruz böyle demeyecek miyiz?
Meyveli ağaçları taşlarlar, taşlamasına da, hiç meyve vermediğimiz halde kendimizi taşlatmak, taşlanıyor gibi göstermekten de, kendimizi neden alamadığımızı hiç düşündünüz mü?
Bir de, dost beni övendir, destek verendir, dost beni yanlış yapsam da, senden daha iyisi yoktur diye göklere çıkarandır, değilse dostum değildir diyen bir anlayış geliştirmişiz.
Siz ne dersiniz bilemiyoruz amma;
Herkesin topladığı taş, o kişinin karakterine göre seçilmiştir diyenler haksız mı?
Birde, laf ola beri gele diyerek, herkes eteğindeki taşları döksün denir ya…
Önce bu lafı diyenler bir döksün deseniz…
Hiç birisi dökmez, dökemez!
Eski insanlara kulak verirseniz, “Bir dönem gelir, taşlar dökülmeye başlar. İşte o an, muazzam bir seyir anıdır. Bütün bir ömürde birkaç kez ya yaşanır, ya da hiç” diye anlatırlar!
Böyle bir seyir anında, meraklıları için, bildiklerinin yanına hiç bilmediklerini, hiç duymadıklarını eklemek tarifi imkansız bir duygudur çünkü!...
Konya eteğindeki taşları belki de bunun için dökemiyor.
Eteğinde bir yığın taş olanlar ve taş toplamaya devam edenler, belki de bunun için ellerini taşın altına koyamıyorlar!
*****
Taş altına el koyma meselesi daima derin bir mesele olarak anlatılagelmiştir…
Taş demek, sorumluluk üstlenmek demektir.
Taş demek, o ağır sorumluluğu taşıyabilecek liyakat, tecrübe vasıf ve donanım demektir.
Taş, elini uzatanın içini okur adeta, samimi, içten, temiz, dürüst, yalansız, riyasız insanı buldu mu, onun elini değil parçalamak, zedelemez bile!
Taşın altına değil elimi, gövdemi dahi gözümü kıpmadan koymaktan çekinmem diye hava atanlara halk arasında, “At Martinini Debreli Hasan, dağlar inlesin” der geçerler!
Taş, ayakları yere değmeyenleri, alçak dallara konmayanları, burnundan kıl aldırmayanları, mağrurları, kibir ve gurur abidelerini sevmez!
Mangalda kül bırakmayanları, ahkam kesenleri, olmadan oldum diyenleri, laftan kuleler dizenleri, iki alkışla şımaranları yanına bile yaklaştırmaz.
Taşı bilmezlerin, körün fil tarif ettiği gibi yaptıkları tariflerin ayaklarına dolandığını hiç mi duymadınız?
Taş, mensubu olduğu millete, devlete hizmetin adıdır, gönül vermenin ta kendisidir, karşılık beklemeden sevmektir.
Bu hasletler o insanlarda yoksa ve onlar taşı nereden yediklerini bilemiyorlarsa, var mı taşın bir kabahati, suçu, taksiri?
*****
Sevgili okurlar!
Bugüne kadar, eteğimize taş toplamasını, taş atmasını, bir taşla birden fazla kuş vurmasını, birbirimizi her fırsatta taşlamayı öğrendik, durduk!
Lakin; tek bir şeyi öğrenemedik! Birbirimizi sevmesini…
Yunus Emre yüzyıllar ötesinden, “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” demiyor mu?
Ne zaman birbirimizi sevmeyi, dinlemeyi, anlamayı, kabullenmeyi öğreneceğiz?
Ne zamana kadar, birbirimizden şüphe etmeye, art niyet aramaya, içimizi kemiren acaba yüklü endişe girdaplarının içinde savrulmaya devam edeceğiz?
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.