Dergiyi yaşatmak
Her yeni ay dergilerimiz ve dergi okurları için yeni bir başlangıç, yeni bir soluk. Bu hakikatin yanında dergilerimizin ve dahi kitapların büyük maddi manevi fedakârlıklarla çıkmaya çalıştığı, hayatta kalmak için tüm imkânları seferber ettikleri meselesi de sözkonusu.
Bunca akademisyen, öğretmen ve öğrencinin olduğu bir ülkede dergi emekçilerinin aslî işlerinden çok maddi sorunlarla boğuşmaları, az satmaları, bazılarının kapanması çok ilginç doğrusu. Demek ki yol tutuşumuzda, eğitimimizde büyük sorunlar ve yanlışlar var.
Kamu kurum ve kuruluşları, belediyeler, kamu bankaları yanında kâr rekorları kıran özel sektör firmaları verecekleri reklâmlarla dergilerimizin yaşamaları hususunda ellerini taşın altına koymaları gerek.
Söylediklerimi somutlaştırmak, dergicilerin ne denli ciddi fedakârlıklarda bulunduklarını derli toplu ortaya koyabilmek için bir misal vereceğim, daha doğru deyişle uzunca bir alıntı yapacağım. Günümüzün en çok satan edebiyat dergilerinden Notos’un kaptanı Semih Gümüş, 100. sayıdaki sunuş yazısında şu duyguları paylaşıyor; ‘Bu ülkenin siyasal, ekonomik, kültürel ortamı içinde bir edebiyat dergisinin 100. sayıya ulaşması, 18. yılında yürüyüşüne devam etmesi, o dergi hangisi olursa olsun, sanırım edebiyat olayı sayılır. (…) Başlangıçta düşündüğümüz okur kitlesine ulaştıktan sonra ayakta kalmaya çalıştığımız zorlu bir iki yıl geçirdik. Sonra adım adım yükseliş başladı. Notos en yaygın dağıtılıp herhalde en geniş okur kitlesine ulaşan edebiyat dergisine dönüştü. (…) Gelgelelim pandeminin yarattığı durgunluk döneminin yayıncılık dünyasında neden olduğu kırılganlık dergi satışlarını da olumsuz etkiledi. Sonra ondan çok daha yıkıcı bir vurgun yediğimizi gördük. Yüzde 150’lere varan enflasyon, onunla birlikte herkese hayatı dar etmeye başlayan büyük döviz krizi yayıncılık sektörüne ağır darbeler vuruyordu. Bizim 1 liraya almamız gereken kâğıdı 30 kat daha fazla para ödeyerek almak artık bugün öldürücü bir darbe.’ (Notos, Nisan-Haziran 2024, sayı:100, sayfa: 2)
Sonrasında Notos önce Türkiye genel dağıtımından çekilip belli kitabevlerinde satılmaya başladı. Önceleri aylık ve kuşe kâğıda basılırken, önce iki aylık, şimdi de üçer aylık dönemlerle yayımlanmaya başladı.
Notos’un piyasadaki 100. sayısında ön arka kapak ve kapak içleri dahil 19 sayfa reklâm var. Sağ kesimin çok satan dergilerinden Muhit’te 2, Varlık’ta 7, kitap ve yayıncılık dergisi Sabitfikir’de 7 sayfa, Buzdokuz’da ise hiç reklâm yok. 20 sayfa reklâm yayınlayan bir derginin kaptanı yukarıdaki cümleleri kurarken varın diğer dergileri siz düşünün. Manzara ortadayken; ‘bir edebiyat dergisinde banka, içecek vs. reklâmı olur muymuş, özgür olması, siyasi ve kamu kurumlarına uzak olması gereken dergide belediye reklâmı olur muymuş’ vs. benzeri ithamlara karşı söylenecek şey; bu kadar eğitimci, okur, aydın bari sahip çıksaydı dergileri hazırlayan ve okurla buluşturanlar yazma ve dergi hazırlama gibi aslî işlerinden çok pazarlamacılıkla, maliyet kısmıyla uğraşmazdı. Yani tam bir ‘hem dersine çalışmaz, hem de şişman herkesten’ durumu. Yahu ilmin zekâtı var; ülkemiz şartlarında iyi kazananlar sınıfına dahil edebileceğimiz akademisyen, eğitimciler ve dahi talebeler hiç olmazsa ayda tek bir tane dergi alsa tüm bu olumsuzluklardan bahsediyor olur muyduk, kapanır mıydı hür tefekkürün kaleleri?
Pek çok dergide belediye ve banka reklâmları dışında az sayıda gıda ve başka özel işletme reklâmı yayınlanıyor, bu bir zaruriyet. Dışarıda bir kahve parasına satılan bir dergiyi dahi almaktan imtina edenlerin bu türden hezeyanlara hakları olabilir mi Allah aşkına?
Eli kalem tutan okur yazar çizer erbabına düşen başka şeyler de yok değil aslında... Ülkemizde zaten okuyan, dergi kitap alan kesim belli. Ücretsiz dergi/kitap vs. kabul etmeyip destek olmak namına satın almak doğru bir tutum olacaktır. Bir vakit dergi çıkaranlardan birinin dediği gibi dergide yazanlar ve çevreleri dahi almış olsaydı bu dergi kapanmak zorunda kalmazdı. Evet telif almıyorlar zaten diyebilirsiniz; lâkin bu ahvâl içinde telif vb. nasıl mümkün olabilir ki?
Her bir dergi yazarı dergisine sahip çıkmalı ve dergiyi ayakta tutma noktasında elinden geleni yapmalıdır. Ben kendi adıma tarafıma bedelsiz dergi/kitap gönderilmesini istemiyor ve reddediyorum, gidip satın alıyorum. Çevremdeki, yakınımdaki ve uzağımdaki herkesi dergi almaya teşvik ediyorum.
Bir zamanlar dergiler üzerine belli bir mecrada düzenli yazıp çizen, bu mecranın kapanmasıyla dergi yazılarına ara veren bir öğretmen yazara, oldukça önemli dosya ve yazıları olan dergiden bu ay niye bahsetmediğini sorduğumda derginin kendisine gönderilmediğini, bu yüzden yazmadığını söyledi. Şimdi aşkla yapılmayan bir işten nasıl bir fayda, ilham beklersiniz ki? Dergileri yazan ama onları satın almayan birinin yazıları yayınlansın, tanınsın, kendinden bahsedilsin, çevre edinsin, ikili ilişkileri dergiler üzerinden halletsin vs. minvalinde bir yaklaşımda olduğu akıllardan geçmez mi?
Toparlayacak olursam, ne yapılmalı, nasıl bir yol izlenmeli? Zaten okuyan kesimin aldığı dergileri ücretsiz gönderme, dergilerin kendisine ücretsiz gönderilmesini bekleme zihniyeti bir son bulmalıdır. Milyonluk akademisyen ve öğretmen camiası, çoğunluğuna sirayet eden maaş zamları, otomobil, gayrimenkul, borsa işlerine verdikleri ehemmiyetin birazını da okumaya, en azından her ay bir dergi almayı düşünmeye çalışmalı. Sadece kamu kurum ve kuruluşları değil, özel sektör de toplumdan kazandıklarına karşılık kültür adına da dergilere destek vermeli. Başta PTT Kargo, devlet kuruluşları kargo ve diğer maliyet kalemlerinde dergilere destek olmalı.
Gençlere gelince… Varsın bir kahveyi 150, çayı 50 liraya içmeyiversin dışarda bir gün. Buradan tasarruf edecekleri parayla ayda en azından bir dergi/kitap almaları imkân dahilinde bence.
Son olarak gelin bir hayal kuralım… Düşünsenize dergiler çok satılıyor, dergi çıkaranlar pazarlama ve baskı maliyetleriyle uğraşmıyorlar, yazarlarına telif ödüyorlar. Bu kafa rahatlığı içinde ne yazılar okurduk, ne bereketli ve canlı edebiyat mahfillerine kavuşurduk, zaman ne güzel ve anlamlı akar giderdi, heyhat! Eminim ki yaşadığımız hayatın anlamı da ruhumuz da bambaşka olurdu. Tüketim çılgınlığı ve inanılmaz beyhudeliklerle kapatmaya çalıştığımız derin boşluğu edebiyat ve dergiler terapisiyle ebedî olarak tarihin tozlu sayfalarına atardık
ELEŞTİRMEN KİMDİR, NEYE YARAR?
Dergiler yanında edebiyatımızın önemli can damarlarından biri de eleştiri müessesesi… Günümüzde edebiyat ortamımızın cansızlığından, hatta çoraklığından bahsediyorsak ve bu görüş doğruysa eğer; bunda sözü dinlenen, yönlendirici, güvenilir, bilgili ve ehil eleştirmen(ler)imiz olmamasının da büyük etkisi var kanaatindeyim.
Ömür hızla akıp gidiyor. İnsanoğlunun temel ihtiyaçları, onca meşgalesi arasında ruhu doyuran, hayatımızda yeni pencereler açan öğrenme faaliyetine vakit ayırmak ayrı bir önem kazanıyor. Bu öğrenme ameliyesinin en önemli duraklarından biri, belki de en mühimi ise okumak.
Zaman bulma hususunda ayrı bir sorun olarak imleyebileceğimiz yayımlanan her kitabı okumanın mümkün olmaması gerçeği karşısında okunacak nitelikli eserleri belirlemek, belli amaçlara dönük sistemli okumalar yapmak elzem, mühim. Bu kutlu yolda önümüzü açan ve ışık tutan etkenlerdendir eleştirmenler. Eleştirmen; haddinden fazla emek isteyen, yorucu ve karşılığı olmayan bir işe gönül veren, hemen herkesle arası bozulan ya da bozulacak, takdir edilmekten geçtim, hatırlanmayan, unutturulmaya çalışılan, göz ardı edilen, yok sayılan bir kişi olmayı göze alan kişidir. Kitabın aslının dahi yeterince okunmadığı bir ülkede kitap hakkında yazan, kalem oynatandır da aynı zamanda eleştirmen. Olayın diğer boyutundaki yazar için de hatalarını görme, bulunduğu yerlerden daha iyi yerlere gitme yolunun/fırsatının duraklarındır eleştirmenler.
Başka neleri kabullenir bir eleştirmen? Önce hakkında yazacağı kitabı dikkatli ve titiz bir şekilde ve gerekirse birkaç kez okumayı, aynı konudaki diğer kitaplarla karşılaştırmayı, yazarın yazma serüvenindeki yerini tayin etmeyi, yan disiplinlerden de el almayı…
&&&
Yığılmanın, amaçsızlığın ve “dava”sızlığın girdabında debelenen, bu keşmekeşten yakasını kurtararak ayakta kalmaya çalışan hakiki edebiyatın ülkemizde tekrar vücut bulması için gerçek ve hakkaniyetli eleştirmenlere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Hal böyleyken ve vaziyet alınması gerekirken toplumuzda önemli nüfuzu bulunan gazeteler başta olmak üzere yazılı ve görsel basında yukarıda bahsettiğim nitelikleri haiz kalemlere düzenli köşeler verilmemesi, yazdırılıp geniş kitlelere ulaştırılmaması gerçekten düşündürücü bir durum. Gerçek şairin topluma ve toplumsal olaylara duyarlı olmasını savunan, bunu her şartta ortaya koyan Atakan Yavuz, Osman Özbahçe, Hüseyin Su, A. Ali Ural ve sayamadığım pek çok isimden gereğince yararlanmamak, onların sesi olarak topluma ışık tutmaktan mahrum bırakmak gazete ve televizyonların ayıbı değil de nedir?
Hayatın tam da merkezinde olan/olması gereken, yaşadığımız bunca tatsızlığın ilâcı olabilecek ama ne hikmetse akla gelmeyen yahut getirilmeyen edebiyatın ve onun haysiyetli kalemlerinin geniş kesimlere hitap etmesinin, toplumu aydınlatmalarının önünün açılması gerekir. Bu tam anlamıyla bir sorumluluk, mecburiyettir. Umut edelim ki, gazete ve televizyonlarımız akıllarını başlarına devşirsinler!..
SEÇKİLERİN ZENGİNLİĞİ
Serap Kadıoğlu’nun uzunca bir süredir bin bir fedakârlıkla çıkarmaya çalıştığı Şiar’ın vedasını çeşitli cepheleriyle geçen ayki eleştiri notlarımda ele almıştım. Vedasını seçme metinler seçkisiyle yapan Şiar’ın ardından dalya diyen ve yoluna devam eden Notos da bir 100.sayı seçkisi yayınlayarak takipçilerine sürpriz yaptı.
Arşivlik bu sayıda kimler, neler yok ki? Bunca yayın arasında okurun doğru seçmeler yapmasına ve yeni kitaplara ilham olmaya gayret eden eleştirmenlerin dünyasını Tery Eaglaton ve Nurdan Gürbilek’le, romanların büyülü dünyalarını Milan Kundera, Ursula K. Le Guin’le, kültürü Enis Batur ve Şavkar Altınel gündeme taşıyan söyleşiler; Tanıl Bora, Susan Sontag gibi isimlerle yazma atölyesi gibi rehber olacak türden denemeler; Julio Cortazar, Raymond Carver, Cemil Kavukçu gibi mahir hikâyecilerden bambaşka metinler Notos aracılığıyla nitelikli okuru bekliyor. Ben bu özel sayıdan ziyadesiyle istifade ettim, şimdi de size öneriyorum.
ŞAİR’İN ŞAİRLERİ
Edebiyatla bir şekilde bağlantılı olup da A. Ali Ural ismini duymayan yoktur sanırım. Çevresine topladığı genç ve meraklı gençlerle geleceğin kalemlerini yetiştirme hususunda da takdir edilesi gayretleri olan Ural, sahibi olduğu Şule Yayınevi etiketiyle ‘Şairin Şairleri’ isimli bir portre kitabı çıkardı. 364 sayfalık kitapta Ahmet Haşim’den İsmet Özel’e yirmi yedi şiir muhafızı ele alınıyor. Ural’ın, çok sevdiği anlaşılan 27 şairi şiirleri üzerinden tesirli/akıcı/faydalı bir dil ve üslûpla anlatması, edebiyatımıza etkilerini ilginç hadiselerle örneklendirmesi okuyanı hem bilgilendiriyor, hem hoşça vakit geçirmesini sağlıyor, hem de okur üzerinde şiire ve şairlere karşı ilham uyandırıyor.
Yeni müfredatın tartışıldığı bu günlerde ders kitaplarındaki metinlerin Ural’ınkine benzer bir yaklaşımda hazırlanması ne güzel, faydalı olurdu? İlginç kesitler demişken; iyi bildiğinizi ve tanıdığınızı düşündüğünüz şairlerle ancak bire bir tanışarak mümkün olabilecek bilgiler içermesi ‘Şairin Şairleri’nin bir diğer önemli vasfı. Elbette kitabın bu yönünde Ali Ural’ın edebiyatla ve edebiyatçılarla çok uzun zamandır kurduğu sağlam bağın büyük ilgisi var.
Şairleri ele almada ve şiire karşı ilham oluşturmada, yazdığı metni aşkla oluşturmada dil ve üslûbun önemini aynı konuda iki metin üzerinden mukayese ederek bitireyim bu bölümü… Kitabın 99-107. sayfaları arasında Ural’ın ‘Şiiri Görünmeyende Aradı Asaf Halet’ ve Mustafa Uçurum’un Muhit dergisinin mayıs sayısındaki ‘Bir Dünya Şairi Asaf Halet Çelebi’ metinlerini okuduğumuzda birindeki kıvrak ve canlı, tesirli yaklaşım yanında diğerindeki rutin, mesafeli ve ilham uyandırmayan kuru dil hemen göze batıyor. Demek ki ne okuduğumuz kadar kimden okuduğumuz da haddinden fazla mühim.
DİL ÇÖKTÜ, KALBİNDEN UZAKLAŞ
Şiir konuşmaya devam edelim… Çıktığı günden beri devinim içinde olan, yenilik ve farklılık peşinde koşan Buzdokuz inandığı yolda heyecanla ve istikrarla yürümeyi sürdürüyor. Hayriye Ünal kaptanlığındaki Buzdokuz’un benim açımdan bir diğer önemi dergilere mesafeli durduğunu bildiğim Osman Özbahçe’nin sık sık görünmesi; gerek kendi yazdığı şiir ve eleştiri yazılarıyla, gerekse kendi kitapları hakkında yazılanlarla.
Buzdokuz’un Nisan-Haziran 2024 tarihli 22. sayısında da Osman Özbahçe iki şekilde karşımıza çıkıyor: İlkinde ‘Kalbinden Uzaklaş’ başlıklı altı sayfalık şiiriyle ve Zeynep Arkan’ın Özbahçe imzalı son şiir kitabı ‘Dil Çöktü’ değerlendirme yazısıyla.
‘Kalbinden Uzaklaş’; benim çeşitli yazılarımda dillendirdiğim gibi fikir ağırlıklı, kısa ve uzun mısralardan oluşan, ölçüsüz ve kafiyesiz yeni şiirin numunelerinden biri. Bu şiir tarzını çok sevmeye başladığımı sık sık yazdığımı hatırlarsınız. ‘Kalbinden Uzaklaş’ta bilgi, heyecan ve ders veren, sitem ve isyan eden kallavi bir üslûbun yanında şairin ses ve vurgu oyunlarıyla sağladığı muzip ve hınzır bölümler de dikkatimi celbediyor, çok hoşuma gidiyor; “Süs bitkisi olarak yaşa/ Sus teces süs/ Sevgilim bana küs” gibi.
Osman Özbahçe inandığı yolda gözünü budaktan esirgemeyen, sözünü sakınmayan, kimseye eyvallahı olmayan cesur ve özgün bir şair, eleştirmen. ‘Kalbinden Uzaklaş’ ta da son şiir hazinesi ‘Dil Çöktü’de de yapılan yanlışları, ortaya konan algıları, dönen dolapları ve üçkâğıtçılıkta mahir şiir cambazlarını kıyasıya eleştiriyor. Birkaç örnekle iktifa edeceğim; “Sağa doğru eğil/Kalbinden uzaklaş/ Mevsimlerden başka/ Yazacak neyimiz kaldı/ Şiir ticareti/Ticari şiir/ Ruhumun derinliklerindeki kir” Şair; “Bizler işinin yollarını arayan, bizler sergisini açabileceği ilişkiler ağını kovalayan ressamlar değiliz. Şairiz. Şiirin yollarını ararız. Yeni şiirin. Yalnız şiirin. Bir insanı sanata sevk eden şiirin. Piyasa yapmayan şiirin.” Mısralarında ise ideal şiirin ve şairin kendi dünyasındaki karşılığını görece sert ama olması gerektiği şekilde ortaya koyuyor.
Buzdokuz’un piyasadaki 22. sayısında da, Osman Özbahçe’nin editörü olduğu Ebabil’den çıkan ‘Dil Çöktü’sünde de bu ve benzeri atak/hisli/eleştirmeci/yol gösterici satırlar muhatabını bekliyor.
TÜRK DİLİNİN ŞAHESERİ
Türkçemizin temel dinamiği, klâsiği, her ferdin bilmesi ve okuması gereken nice şaheserleri vardır. İlk sözlüğümüz, dilbilgisi ve folklor kitabımız Dîvânu Lugât’t-Türk bunlardan biridir.
UNESCO’nun 2024’ü ‘Dîvânu Lugât’t-Türk Yılı’ ilân etmesiyle bu büyük eser yeniden gündeme geldi, hatırlandı. Derin Tarih dergisi bu vesileyle Nisan 2024 tarihli 145. sayı dosyasını bu kutlu esere ayırdı.
Bu kıymetli abidevi eserin nasıl bulunduğundan, yazılma amacı ve süreçlerine, yansımalarına kadar geniş bir yelpazede ve çeşitli boyutlarıyla anlatılıyor. Türk coğrafyasının kimliği ve birleştirici anahtarı Dîvânu Lugât’t-Türk’ün Arap harfli baskıları ve çevirileri hakkında da açıklamalara yer veriliyor. Kilisli Rıfat Bilge’nin hatıratında ‘Bu bir kitap değil, Türkistan ülkesidir’ sözüyle tavsiye ettiği hazine eserimizi, Kaşgarlı Mahmud’u, Ali Emiri Efendi’yi yeniden hatırlamak, derli toplu ön bilgi sahip olmak için Derin Tarih’in dosyası bire bir ve her Türk’ün arşivinde saklanması gereken saygı duyulacak bir çalışma.
2024 ‘Dîvânu Lugât’t-Türk Yılı’nda başta Türk Edebiyatı dergimiz olmak üzere diğer süreli yayınlardan da başka çalışmalar beklediğimi belirterek bu ayki eleştiri notlarımı nihayetlendireyim.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.