Mevlâna ve Mevlevilik
Şeb-i Arus haftasında Pîr Hazretleri ile ilgili bilgiler vermeye, kıymetli yazar ve araştırmacılarımızın metinlerini aktarmaya/paylaşmaya devam ediyorum. Bugün “mevlanader.com” adresinde TYB eski başkanı Nazif Öztürk hocamızın 14 Eylül 2014’te çıkan “Mevlâna ve Mevlevilik’in Türk Toplum Hayatındaki Yeri ve Önemi” başlıklı kıymetli makalesini paylaşmak istiyorum. Makale anlaşılır ve akıcı üslûbuyla Mevlâna ve Mevlevilik hakkında özlü bilgi edinebileceğiniz bir hüviyeti haiz. Daha fazla yer kaplamamsı adına benim buraya almadığım dipnotlar içeren geniş kaynakçası, atıf ve göndermeleri konu hakkında başka pencereler açacak mahiyette. Bu dipnot ve kaynakçaların da olduğu metne internette https://mevlanader.com/mevlana-ve-mevlevilikin-turk-toplum-hayatindaki-yeri-ve-onemi/ adresinden ulaşabilirsiniz. Biraz uzunca bir yazı, lâkin istifade ederek ve sıkılmadan okuyacağınızı düşünüyorum.
&&&
Mevlâna, İslâmiyetin özünü bilen; tefsir, hadis, kelâm gibi dinî ilimlere vâkıf; döneminin düşünce hayatına hâkim, âlim, mutasavvıf, şair bir şahsiyettir. Onu tarihin müstesna maneviyat önderlerinden biri haline getiren bir diğer yönü de mütefekkir kişiliğidir. Mevlâna tefekkürü; din, ilim, felsefe ve tasavvuf süzgecinden geçirmiş, îman ve sevgi potasında eritmiş, zaman ve mekânla aşınmayan sağlam bir düşünce sistemi haline getirmiştir. Onbinlerce beyitlik hikmet ve irfan hazinesi durumundaki eserlerinde, kelâm ve felsefenin en çok tartışılan meselelerini herkesin anlayabileceği örneklerle izah ederek, net çözümler ortaya koymuştur.
Mevlâna bin yıllık Türk kültür tarihinin en büyük simalarından biridir. O yalnız büyük bir şair, bir tarikat kurucusu, derin bir sûfi, etraflı bir âlim değil; aynı zamanda ve hepsinden önce Anadolu’da kurulmaya başlayan yeni kültür unsurları arasında büyük bir kaynaşma ve birleşme temin eden derin bir ruh ve hamle adamıdır.
Mevlevîlik, ilhâmını mutlak manada Kur’ân ve Hadisten alan, “bende benden bir şey bırakmadı” dediği aşkın gerçek hürriyet olduğunu idrak eden ve bu idrakle merkezinde “aşk” bulunan; muhitine dalgalar halinde aşkı yayan Hz. Mevlâna’nın öğretileri üzerine oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Ârif Çelebi tarafından müesseseleştirilmiştir.
Bu tarikat; âşık, ârif, âlim, kâmil, fâzıl ve hakîm mürşitler vasıtasıyla uzun asırlar boyunca insanlığı güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa, sevgiye, hoşgörüye ve güzel ahlâka davet etmiş; bunun mekânlarını ve icrâ usûllerini mükemmel bir şekilde ortaya koymuştur. Bu mekânlar, gerçekleştirilen tasavvuf terbiyesine paralel bir şekilde verilen nazarî ve amelî eğitimle devrinin en büyük şâir ve hattatları, Türk mûsikîsinin en kudretli bestekâr ve icrâcıları yanında çok fazla müzehhib, mücellid, nakkaş ve ressamı yetiştiren birer feyiz menba’ı olmuşlardır.
Sosyal hayatımıza nezâketi, nezâheti ve zarâfeti yerleştiren; Anadolu, Balkanlar Kıbrıs, Arabistan Yarımadası ve Kuzey Afrika’da büyük gelişme gösteren, pek çok devlet adamı, âlim ve sanatkârı müntesipleri arasına alan; sayısız ilim ve sanat eserinin vücut bulmasında ilham kaynağı, teşvik ve hareket unsuru olan Mevlevîlik, İslâm medeniyetinin önemli bir parçası olarak varlığını, yedi asırdan beri sürdürmektedir.
Ummandan bir katre olarak belirtmeye çalıştığımız bu ve benzeri özelliklerinden dolayı Mevlâna ve Mevlevîlik; içinde yaşadığı Türk toplumunu çok etkilemiş; Onun sosyal, siyasî ve kültürel ve dinî hayatı üzerinde derin izler bırakmıştır. Anadolu Selçukluları ve beylikler döneminden başlamak üzere, 1925’de diğer tekkelerle birlikte Mevlevîhânelerin kapatılmasına kadar hükümdarları, devlet adamlarını ve diğer yöneticileri etkilemiştir. Posta oturan Mevlevî şeyhleri, döneminin devlet adamlarıyla görüşmüşler, zaman zaman bu kesimle aralarında akrabalık bağları kurulmuştur.
Mevlâna’nın; sağlığında bir tarikat kurmadığı ve bir şeyh gibi davranmadığı halde, Konya’da döneminin devlet adamlarından büyük sevgi ve saygı gördüğü bilinmektedir4. Konya’ya geldiğinde Selçuklu devlet adamı Taceddin Mu’tez tarafından bir medrese ve bitişiğinde bir cemaathâne yaptırılarak Ona tahsis edilmiştir.
Türk tarihinde siyasî iktidarların sûfi çevrelerle temas ve ilişkileri Büyük Selçuklular dönemine kadar uzanır. Selçukluların kurucusu olan Tuğrul Bey(993-1063) in, XI. Yüzyılın ünlü İranlı Kalenderi şeyhi ve şairi Baba Tahir-i Uryân-ı Hemadâni ile ilgilendiğini, onun desteğini kazanmaya çalıştığını biliyoruz. Bu yakınlaşma bazan devlet başkanları ve diğer yönetim çevrelerinin şahsî ilgi ve bağlılıklarından, bazan de sultanların bir siyâsî meşruiyet arama düşüncelerinden kaynaklanmaktadır.
Kaynaklarımız, Anadolu Selçuklu yönetiminin, XIII. Yüzyılın başlarındaki Moğol istilâsı sebebiyle vukû bulan göçlerin Anadolu topraklarına taşıdığı sûfi çevrelerle çok yakından ilgilendiğini, onlara vakıf araziler tahsis ederek geniş mâlî imtiyazlar tanıdığını gösteriyor Anadolu Selçuklu yönetimi böyle bir politika gütmekle hiç şüphesiz bir yandan şehir ve kasabalarda İslâm kültürünün sağlam bir şekilde yerleşmesini ve renkli bir kültür hayatının oluşmasını, bazı ıssız bölgelerin iskânını sağlarken, öte yandan da hem bu sûfi çevreleri kontrol imkânına sahip oluyor, hem de onlar vasıtasıyla halk üzerindeki hakimiyet hakkına bir nevi dinî temel kazandırıyordu.
Diğer taraftan milletler ve coğrafyalar aşarak yeni bir ülkeye gelen Mevlâna’nın da başta sultanın bizzat kendisi olmak üzere zamanın Selçuklu yöneticileriyle çok yakın münasebetlerde bulunduğu, hatta bunlardan bazılarının ona mürid olduğu bilinmektedir. Esasen Anadolu’ya dışardan henüz gelmiş, bu topraklar üzerinde kesin bir şekilde yerleşmek isteyen ve kendine taraftar bulmak zorunda olan bir mürşidin, kendine en büyük desteği zamanın siyasî iktidarında araması, onu arkasına almak istemesi kadar tabiî bir şey olamazdı. Bu karşılıklı ilişki, daha Mevlâna’nın babası zamanında başladı. Ahmet Eflâki’nin Menâkibu’l-Arifin’i, Mevlâna’nın, devrin ileri gelen yöneticilerine yazdığı mektuplarını ve onun Selçuklu otoriteleriyle olan ilişkisini, bize oldukça canlı bir şekilde nakleder Moğolların Anadolu’ya hakim olmasından sonra da Mevlâna’nın bu kesimlerle olan yakın ilişkisi devam etmiştir. Tıpkı Anadolu Selçuklu sultanları ve diğer yönetici çevreleri gibi, Moğol yüksek idarecileri de, bu büyük sûfinin gerek bürokrasi, gerek esnaf ve her kesimden halk arasında ne ölçüde etkin ve yaygın bir nüfuza sahip bulunduğunu biliyorlar ve ona göre davranıyorlardı
Mevlâna Celâleddin’in vefatından sonra hilâfet makamına geçenlerin de, merkezî yönetim çevreleriyle ilişkilerini sürdürmeye âzami gayret sarfettikleri, bu çevrelerin siyasî, desteğini sağlayarak tarikatın yayılması açısından, bunu bilerek ve şuurlu bir şekilde sürdürdükleri anlaşılıyor. Siyasî otoritelerle kurulan bu yakın ilişkiler sonucu tarikata sağladıkları vakıflar, daha XIV. Yüzyılın başlarından itibaren Mevleviliğe, ilerdeki gelişmesi için gerekli güçlü bir ekonomik zemin yarattı. Moğol idaresinin zayıflamasıyla birlikte Anadolu’nun batısındaki uç mıntıkalarda birer mahallî güç olarak yavaş yavaş yerlerini almaya başlayan Türkmen beylikleri yöneticilerinin, kendilerini halk nazarında meşrû bir zemine oturtabilmek için sûfi çevrelere gösterdikleri yakınlık, Mevlâna Celaleddin’in torunlarının da dikkatini çekmekte gecikmedi. Coşkun bir mistik yapıya sahip olan Ulu Ârif Çelebi, babası Sultan Veled’in sağlığında önce Moğol hakimiyeti altındaki Selçukluların doğu topraklarına gitmiş, Sivas, Tokat, Bayburt, Erzurum, Irak, Tebriz, Merend ve İlhanlıların başkenti Sultaniye’de önde gelen yöneticilerle görüşmüştür. Mevleviliğin kurumsallaşma tarihi açısından asıl önem taşıyan seyahatler ise, babası Sultan Veled’in 1312 yılında 86 yaşında vefatından sonra Batı Anadolu’da ortaya çıkan Türkmen beyliklerine yapılan ziyaretlerdir. Ulu Ârif Çelebi peşpeşe yaptığı seyahatlerle Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Germiyanoğulları ve nihayet Eşrefoğulları Beylikleri’nde Mevleviliği tanıtıp yerleştirmeye muvaffak olmuştur. Kütahya, Denizli, Manisa ve Birgi gibi önemli beylik merkezlerini içine alan bu seyahatlerde, Ulu Ârif Çelebi’nin muhatabı sıradan halk değil, beylik aristokrasilerini temsil eden yöneticilerdir. Menteşeoğulları’ndan Mesut Bey, Aydınoğulları’ndan Şucâu’d-din İnanç, İlyas ve Mehmed Bey, Germiyanoğullar’ndan Alişiroğlu Yakub Bey ve Eşrefoğulları’ndan Mehmed Bey, bu seyahatler sırasında Ulu Ârif Çelebi ile tanışmışlar, Mevleviliğe intisap ederek tarikatın Konya dışındaki ilk önemli örgütlenme merkezlerinin temellerini atmışlardır. Kütahya’da oturan Germiyanoğlu Yakup Bey Ulu Ârif Çelebi’nin müridi olmuş, bugün cami olarak kullanılan Kütahya merkezindeki Mevlevîhâneyi inşa ettirerek, buraya büyük araziler vakfetmiştir. O dönemde deniz seferleri yapan Umur Bey, Mevlâna’nın himmetlerini niyaz etmiş; Kütahya’ya paralel olarak Batı Anadolu’da Afyon Manisa ve Muğla mevlevîhâneleri kurulmuştur.
Mevlevî kaynaklarına göre, bu yakınlaşma ve sıcak ilişkilere paralel olarak yöneticiler ile Mevlâna ailesi arasında akrabalık ilişkileri de gerçekleşmiştir. Germiyanoğlu Süleyman Şah, Sultan Veled’in kızı Mutahhara Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten Devlet Hatun dünyaya gelmiştir. Daha sonra Devlet Hatun beşinci sırada tahta geçen Osmanlı Padişahı Yıldırım Bâyezıd(1389-1402) ile evlenecektir. Bu evlilik dolayısıyla Kütahya şehri 1381 yılında Devlet Hatun’un “cihazı” olarak Osmanlılara geçmiş ve Şehzâde Yıldırım Bayezıd buraya vali tayin edilmiştir. Bu ırsî yakınlık, Osmanlı sultanlarının Mevlevîleri “akraba” olarak kabul etmelerine vesile olmuştur. Tahta yeni geçen Osmanlı sultanlarına, Edirne kapısı dışında düzenlenen muhteşem merasimlerle, Mevlevî şeyhi tarafından kılıç kuşatılması geleneği bu tarihî bağa dayanmaktadır19. Bu evlilikten, fetret döneminin sonunda, devleti yeniden toparlayarak tahta oturan Şehzâde Mehmet Çelebi(1413-1421) dünyaya gelmiştir20.
Tarihin ilerleyen safhalarında Fatih Sultan Mehmed(1444-1481) ve II. Bayezıd(1481-1512)’a Sadrazamlık yapmış olan alim ve devlet adamı Sinan Paşa’nın kızı Sitti Hatun ile Mevlâna’nın torunlarından Âbid Çelebi izdivaç edecektir. Bu iki evlilik sonunda meydana gelen irsî akrabalık, Osmanlı Sultanları ile Mevlevîleri daha da yakınlaştırmıştır.
Amaçları ne olursa olsun, karşılıklı sürdürülen iyi ilişkiler ve kurulan dostluklar sebebiyle Osmanlı sultanları, özellikle II.Murad(1421-1444), II. Bayezıd(1481-1512), I. Selim(1512-1520) ve III. Murad(1574-1595) Mevlevîliğe büyük ilgi göstermişlerdir. Selçuklular ve Beylikler döneminden sonra ilk Osmanlı Mevlevîhânesini, kendisi de bir Mevlevî olan Çandarlı Ali Paşa Serez’de yaptırmış; bunu II. Murad’ın Edirne’de 1435’de tamamladığı Muradiye Camii yanına imaretle birlikte yaptırdığı Mevlevîhâne takip etmiştir
Özellikle XVI. Yüzyılda II. Bayezıd devrinden itibaren Mevlevîler, Osmanlı sultanlarından ve diğer devlet adamlarından büyük ilgi görmeye başladılar. Zaten sûfiliğe meyli olan Sultan II. Bayezıd, Mevlâna’ya karşı engin saygısından dolayı Konya’daki türbede bir hayli tamirat ve değişiklik yaptırmıştır. Padişahın Konya’da Çelebilik makamında bulunan Hüsrev Çelebi(ö.1561)’ye derin muhabbet duyması, o dönem pek çok devlet ricalinin Mevlevîliğe intisap etmesine sebep olmuştur.
Fatih Sultan Mehmed(1444-1481), İstanbul’un fethinden sonra, kiliseden çevirdiği Kalenderhâne Camii’nin vakfiyesinde; “âlim, dindar, dünyadan el-etek çekmiş bir şeyhin ve bir nâzırın, Cuma günleri namazdan sonra semâ meclislerinde Mesnevî ve ardından Kur’ân-ı Kerim’den cüzler okuyacak bir hâfızın, semâzenlerle birlikte semâ yapacak dört mutribin” görevlendirildiğini anlatmaktadır.
Osmanlı sultanlarından, tasavvuf erbabına olan bu ilgi, gönderilen hediyeler ve türbelerine yapılan maddî yardımlarla ortaya konulmuştur. Yavuz Sultan Selim, Mevlâna Dergâhı’na bir hayli vakıflar tahsis etmiş; türbe kubbelerini kurşunlarla kaplatmış, etrafını duvarlarla çevirtmiştir. Mescid ve türbeye uzaktan su getirterek güzel bir şadırvan yaptırmıştır. Mevcut kitabeden bu şadırvanın, 923/1517 tarihinde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bu olay Nişancı Tarihi’nde şöyle nakledilir: “Medine-i Konya’da âsûda olan Hz. Monla Hünkâr’ın mezâr-ı pürenvâr-ı şerifi kurbüne su getirip bir âli şadırvan binâ eyledi, sene 923”.
Bağdat seferi dönüşünde Türbedâr Osman Dede ile görüşen Kanuni Sultan Süleyman(1520-1566), Mevlâna külliyesinin önemli bir parçası olan semâhâne ve mescidi bina ettirmiş, ayrıca Mevlâna ve oğlu Veled Çelebi için mermerden sandukalar yaptırmıştır.
Selim(1566-1574) Konya’da Mevlâna dergâhı yakınında büyük bir imaret yaptırmıştır. Bu hususla ilgili vakfiyesinde; imaretin yerini, amacını, hazırlanacak yemek türlerini, kimlere ikram edileceğini, bu hizmette görev alacakların niteliklerini, çalışan personele ödenecek ücretler ile gelir sağlayacak olan gayrımenkulleri ayrı ayrı belirtmiştir. Vakfiyede imaretin amacı şöyle anlatılmaktadır:“Konya şehri kutuplarının kutbu, irşad ve hidayet mihveri olan Mevlâna Celâleddin Hazretlerinin Türbesi civarında, oraya gelip uğrayan müslüman fukarâsını doyurmak ve misafir etmek için bu imaret yaptırılmıştır”
Bu ifadelerden sonra vakfiyede, imaretin giderlerini karşılamak üzere vakfedilen akarlar sayılmaktadır. Silifke, Mut, Konya sahrası ve Bayburt’a kadar uzanan bölgelerde 31 köy, 8 mezraa ve 2 yerin mahsulü olmak üzere toplam 41 kalem taşınmaz, belirtilen amaçlar için bir vakfiyede vakfedilmiştir. Padişah ve devlet adamlarının haricinde, sade vatandaşlar ve Mevlâna ahfadından gelen, Âbid Çelebi(ö.903/1496-97) ve Veled Bey gibi Mevlevî aşıklarının da mallarını vakfettikleri görülmektedir.
Günümüzden tam bir asır önce, Konya Şer’iyye Mahkemesi’nde verilen 25 Zilkade 1320/5 Şubat 1903 tarihli bir ilamda, Evkâf-ı Celâliye’nin malvarlığı arasında; Aksaray İli, Akşehir İlçesi, Başara ve Kayı öyüğü köylerinde mezraalar, 3 han,1 ev, 58 dükkân, 1 kahvehâne, 9 mağaza ve bahçelerden söz edilmektedir.
Osmanlı sultanlarının Mevlâna ve Mevleviliğe duydukları ilgi ve saygı, Osmanlı Devleti’nin parçalanıp dağılmasına kadar devam eder. Her padişah, mevlevî eserlerini onartır, giderlerini karşılamak üzere vakıflar kurar, onlara muafiyetler tanır, temlikler yapar.
Mevlâna ve Mevlevîliğe gösterilen saygı ve bağlılık bu yapılanlardan ibaret değildir. Mevlâna ve Mevlevîlikle ilgili kurulan vakıflar ve yapılan temliklere ayrıcalık tanınarak, bu taşınmazların tamamı “Celâliye Vakıfları” adı altında toplanmıştır. Altı asır süren Osmanlı döneminde sadece dördü “guzât” ve dördü de “eizze” olmak üzere sekiz şahsiyet adına kurulan vakıflara tanınan özerklik Mevlâna vakıflarına da tanınmıştır. Müstesna evkâf olarak vasıflandırılan bu vakıflar; hükümetin ve evkâf idarelerinin müdahalesi olmadan, doğrudan doğruya hususî mütevellileri tarafından serbestçe idare ediliyorlardı.
Eizze vakıfları; manevi yönden toplum üzerinde geniş nüfuza sahip, yetişkinlerin eğitiminde tekke ve zaviyeler yoluyla müessir rol oynayan, Mevlâna Celâleddin-i Rumî gibi din ve tarikat büyüklerine tahsis edilmiş toprakların veya bu kişi ve ahfâdının özel mülkleri olan gayrimenkullerin vakıflaştırılması suretiyle ortaya çıkıyordu. Bunlardan, Abdulkadir-i Geylâni vakfı, Bağdat ve Musul;Mevlâna Celâleddin vakfı, Konya ve çevresi; Hacı Bektaş-ı Veli vakfı, Ankara ve Kırşehir, Hacı Bayram-ı Veli vakfı ise Ankara-Konya arasında bulunuyordu.
Mevlevîlere tanınan bir diğer ayrıcalık da, bütün tekke ve zaviyelerin şeyhleri Şeyhü’l-İslâmlık makamının inhası üzerine yapılırken; Mevlevîhâne postnişinliklerine getirilecek çelebilerin, Konya merkez Dergâhı’nda şeyh olan zatın düzenlediği meşihatnâme ile tayin edilmesidir. Bu temel ilkeye uyulmadığının görülmesi üzerine III. Selim(1789-1807) zamanına ait bir belgede; “Memâlik-i mahrûsede vâki bil-cümle tekâyâ ve zevâyâ-i mevleviyyenin meşihat ve tevliyeti bâ-hatt-ı hümâyûn Konya’daki meşihatnâme ile olmaktadır. Bununla beraber bazen kadılar veya nâibler de zaviyelere tayinler yapmışlardır. Bu usûle aykırıdır, onun için bu tür tayinlerin iptali ve kayıtlarının kaldırılması” gerekir, denilmektedir.
Müstesna vakıflar arasında bulunan Celâliye Vakıfları’nın mal varlığının tespiti, bu vakıflara yapılan aynî ve nakdî bağışların miktarı, yıllar itibariyle elde edilen gelirin genel toplamı başlı başına bir çalışmayı gerektirmektedir. Ne yazık ki, bu konu üzerinde şimdiye kadar, Osmanlı, Vakıflar ve Mevlâna arşivleri üzerinde detaylı ve yeterli bir çalışma yapılmamıştır. Şüphesiz bu arşivlerde bulunan belgeler üzerinde yapılacak araştırma, vakfın ekonomik boyutunun ortaya çıkartılmasının yanında; başta Konya olmak üzere Mevlevî dergâhlarının fonksiyonu hakkında bize geniş ve aydınlatıcı bilgi verecektir. Bizden öncekiler gibi, bizim de şimdilik S. Faroqhi’nin ortaya koyduğu rakamlarla yetinmemiz gerekiyor.
Bayezıd zamanında, Celâliye vakıflarının geliri Fatih devrine nazaran bir haylı artmış görünmektedir. Bu dönemdeki toplam gelir, 56116’sı Türbe’ye, 2439’u vakfa bağlı olan Camiye ait olmak üzere 58555 akçe idi. İ. Hakkı Konyalı’nın verdiği bilgilere göre, bu yirmi yıllık süre içinde Celâliye Vakfı, 10 tarla, 2 köy, 1 dolap yeri, 3 değirmen, 2 han, 5 bağ ve 6 grup dükkân veya dükkân yeri, hamam hisseleri ve Türbe Mahallesi’nin resm-i arus ve resm-i ağnam vergilerini kazanmış bulunuyordu.
Kanuni Süleyman zamanına ait tahrire göre, Mevlâna vakfının geliri 96766 akçeden ibarettir. Gelir kaynakları; 6 köy, 1 mezraa, 1 hamam, 14 bağ, 23 hane ve dükkân, 3 değirmen, 34 parça tarla, 167 ev ve 11 dolap olarak sayılmaktadır.
Bu konuda III. Murad(1574-1595) dönemi defterlerinden daha detaylı bilgi elde etmek mümkündür. Bu dönemde vakıf üç esas kısımdan ibaretti. Türbe, Camii ve Lalâ Hanigâhı. Bunlar arasında en önemlisi türbe vakfı idi. Toplam olarak 139507 akçelik gelirden ancak 8770’,i Lalâ-i Sultan Alaeddin vakfına ve 3706 akçesi Camiye ait bulunuyordu. Gelirin en büyük kısmı 58000 akçe ile vakıf köylerden geliyordu. Konya’daki hamam, dükkân ve başka taşınmazlardan Dergâh senede 10492 akçe gelir elde ediyordu. Bağ ve bahçeleri de çoktu; fakat onlara ait olan kayıtlar kısmen yırtılmış olduğundan genel bir toplam vermek mümkün olmuyor. Daha sonraki yıllarda IV.Murad(1623-1640), Oğla köyünün cizyesini tahsis etmiştir. XVIII. Yüzyılda ise Karaman cizyesinden yapılan tahsilatlardan sık sık bahsedilmektedir. 1810 yılında yazılan bir arza göre, Dergâh tıraş pahası ve şem-i revgan geliri olarak Konya cizyesinden 28912 akçe almakta idi. Ayrıca Dergâh’a gelen hediyelerin bedeli büyük bir yekün tutuyordu. III. Murad devrinde gelen hediyelerin satışından Dergâh’a her sene 500 akçelik gelir sağlanıyordu. Bu gelirlerden mütevelliye hergün 30, seccade şeyhine 20, mescid imamına 5, mesnevihana 6, Celâliye Medresesi’nin müderrisine 20 akçe veriliyordu. Hiç kuşkusuz, Dergâh ve müştemilâtında çalışanlar bu görevlilerden ibaret değildi. Mevlâna Celâleddin(604/1207-672/1273)’den başlamak üzere Abdulhalim Efendi(1272/1856-1344/1929)’ye kadar geçen yedi asra yakın zaman içerisinde Konya’daki merkez Dergâh’ta 34 şeyh efendi görev yapmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşiv’inde bulunan esas defterleri üzerinde yaptığımız araştırmalardan ise, 1026/1617-1083/1673 tarihleri arasında yapılan tayinlerden bu dergâh ve müştemilâtında; Müderris 1, Mukayyıd 1, İmam 5, Seccâde Şeyhi 1, Mesnevihan 2, Müeddib1, Müezzin 2, Sîracî 2, Türbedâr 1, Ferraş 3, Hâfız-i Keyl 1, Aşirhan 2, Mütevelli 2, Buharihan 1, Hatib 1 Cüzhan 19, ve Devirhan 10 olmak üzere toplam 55 kişinin görev yaptığı anlaşılmaktadır.
Osmanlı sultanlarından, III. Selim, II. Mahmud, Abdulmecid ve Mehmed Reşad mevlevîliğe intisap etmişler; II. Süleyman, II. Ahmed, II. Mustafa, III.Ahmed, I. Mahmud, III. Mustafa, III. Selim, II. Mahmud, V. Murad ve V. Mehmed(Reşad) Mevlevî şeyhleri elinden kılıç kuşanmışlardır. Sultan III. Selim, 1789’da saltanat makamına cülûs eder etmez, Mevlâna’ya olan sevgi ve saygısının bir nişanesi olarak, mucidi ve bestekârı olduğu “mevlevî ayin-i şerifi”ni, dönemin Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Galip Dede’ye tevâzu ile arzetmiş; sondan bir önceki Padişah olan Mehmed Reşad(1909-1918), 1910’da Yenikapı Mevlevîhanesi’ni yenibaştan inşa ettirmiştir. Bütün bu himmet ve ihtiramlarla birlikte, Türk Toplum ve devlet hayatındaki Mevlâna ve Mevlevilik tesiri sadece yöneticilerle sınırlı bir olgu değildir. Onun tesiri toplumun bütün kesimlerini sarmalamış, bütün dünyada olduğu gibi yediden yetmişe Türk Milleti’nin her ferdini etkilemiştir.
Mevlevîliğin, kent merkezli bir tarikat olduğu bilinmektedir. Entelektüel seviyesinin yüksek olması; Mevlâna’nın eserlerini Farsça yazması ve başta Dîvân’ı olmak üzere, eserlerinin derin tasavvufî bilgiler ihtiva etmesi gibi sebepler yüzünden, Mevlevîlik genel anlamda toplumun seçkin sınıflarını celbetmiştir. Farsça bilmeyenler için Mevlâna’nın eserleri defalarca Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Mesnevî’nin ilk Türkçe manzum tercümesi XV. Yüzyılda Muînî tarafından II. Murad adına yapılmıştır. Yine aynı asırda Dede Ömer Rüşenî(ö.1486), Ney-nâme ve Coban-nâme adlı mesnevîlerini Mevlâna’nın Mesnevî’sinden ilham alarak yazmış, Mesnevî’nin bazı bölümlerini serbest bir anlatımla tercüme etmiştir. Ayrıca Mesnevî şerhleri de çoktur. Bunlardan bazıları; Surûrî, Sûdî, Şem’î, Ankaravî İsmâil Rusûhî Dede, Abdülmecid Sivasî, Sarı Abdullah, İsmâil Hakkı Bursevî, Şeyh Murâd-ı Buhârî, Şifâî Derviş Mehmed, Âbidin Paşa’nın yaptığı şerhlerdir.
Osmanlı döneminde bu çalışmalarla başlatılan Mesnevî’yi tercüme ve şerh etme faaliyetleri, Cumhuriyet döneminde de artarak devam etmiştir. Hatta diğer eserleri de bu kervana katılmış, Mevlâna’nın bütün eserleri değişik ilim adamları tarafından defaatle Türkçe’ye çevrilmiştir. Ahmet Remzi Akyürek, Tahirü’l-Mevlevî(Olğun), Veled Çelebi(İzbudak), Midhat Bahârî Beytur, Ferıdun Nafız Uzluk, Ahmet Avni Konuk, Abdulbaki Gölpınarlı, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Mehmet Önder, Feyzi Halıcı, Veysel Öksüz, Şefik Can ve Âmil Çelebioğlu Cumhuriyet döneminde Mevlâna’nın eserlerini tercüme eden, şiirlerini ve ilmî araştırmalarını Mevlâna’ya hasreden şair, ilim adamı ve Mevlâna dostlarından bazılarıdır.
İlk dönem Anadolu Edebiyatı, sözlü kültüre dayanmaktadır. Bizim yazılı edebiyatımıza ait ilk ürünler, XIII. Yüzyıla aittir. Bu asırda Mevlâna, hacimli ve muhtevalı eserleriyle Türk Edebiyatı’nın Anadolu’da gelişmesine ve yayılmasına önemli katkılarda bulunmuştur. XIV. Yüzyılda Gülşehrî’nin Mantıku’t-Tayr’ı ve Aşık Paşa’nın Garîb-Nâmesi’nde gerek vezin, gerek muhteva yönünden Mesnevî’nin etkileri açıkça görülür. Mevlâna fikriyatı, asırlardır Türk düşünce ve toplum hayatı üzerindeki tesirlerini sürdürür. Şairlerimiz oradan ilham alarak şiirlerini yazarlar.
Aynı zamanda İstanbul/Galata Mevlevîhânesi postnişîni olan Şeyh Galib’in dîvan edebiyatının son mükemmel eseri olan Hüsn ü Aşk adlı eseri, feyzini Mesnevî’ye borçludur. Samimi bir Mevlâna aşığı olan Şeyh Galib’in tasavvufî düşüncelerinin kaynağı Mevlâna’nın eserleri olmuştur.
Bütün milletlerde olduğu gibi, hükümdarından sade vatandaşına, esnafından çiftçisine, şehirlisinden köylüsüne kadar âdeta Türk Milleti’nin bütün fertleri Mevlâna sevgisiyle dopdoludur. Sayıları yüzlerle ifade edilen Mevlevîhânelerde, gönüllerin terbiyesi ile birlikte, insanda mevcut olan yetenekler ortaya çıkartılmış; müzik aletlerinin mimarinin, tezhibin, hat sanatının ciltçiliğin ve güzel sanatların en nadide numuneleri buralarda meydana getirilmiştir. Bestelerin en güzelleri buralarda yapılmış ve icra edilmiştir.
Mevlâna, ufkunun genişliği, düşüncelerinin yüksekliği, ifadelerinin sadeliği ve insanî meziyetlere sahip oluşu ile dünyanın büyük dahileri arasında yerini almıştır.
Anadolu toprakları üzerinde yaşayan insanlar, Mevlâna’nın şahsında Türk-İslâm kültüründe bir senteze ulaşmıştır. Mevlâna Belh’ten getirdiği duygu ve düşünce yapısına, çocukluğundan beri teneffüs ettiği tasavvuf veçhesini eklemiş, Türk insanının muhtaç olduğu manevî kültür iklimini hazırlamıştır. Aşkın imbiklerinden süzdüğü fikirleriyle devrinin ve sonrasının insanlarına, yaşama sevinci ve mutluluk iksiri sunmuştur.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, kendi ülkemde de insanlar Mevlâna’nın düşünce denizine dalmak ve sonsuz ufuklara doğru kulaç atmak istemektedir. Bu genel istek doğrultusunda, Başkanı olduğum demokratik sivil bir toplum ve kültür kuruluşu olan Türkiye Yazarlar Birliği’nin öncülüğünde; bugün Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin Başkenti Ankara’da; Osmanlı döneminin Pây-ı tahtı olan İstanbul’da ve Anadolu Selçukluları’nin devlet merkezi ve Hz. Mevlâna’nin bağrında istirahat ettiği Konya’da seçkin dinleyicilerin huzurunda haftanın muhtelif günlerinde Mesnevî okunmaktadır. Pazartesi günleri Ankara’da yapılan Mesnevi dersleri, bir radyo aracılığı ile bütün başkentlilere dinletilmektedir.
Varlığın sırrına ermek, yaratılanı ve yaratanı tanımak için, dün olduğu kadar bugün de insanlık, Mevlâna’nın kılavuzluğuna muhtaçtır. Onu rahmetle anıyor, himmetini niyaz ediyorum
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.