Ağlanacak zaman değil
Kahramanmaraş’ı, Hatay’ı, Gaziantep’i, Malatya’yı, Adıyaman’ı, Adana’yı, Osmaniye’yi, Şanlıurfa’yı, Diyarbakır’ı, Kilis’i yıkan, Türkiye’yi ağlatan, azıcık vicdanı, bir dirhem insanlık duygusu taşıyanı etkileyen, ‘asrın felaketi’ olarak nitelendirilen depremlerin üzerinden 10 gün geçti.
Dile kolay kalbe zor…
10 gün, tam 240 saat demek.
Acımız çok taze… Yaramız çok derin… Gönlümüz çok yorgun…
Deprem bölgesinden gelen her yeni güncellemede hayatını kaybedenlerin sayısı çarpanında katlanıyor acılarımız.
Yaralı olanların sayısı acılarımızı katmerliyor.
Gördüğümüz manzaralar, gözlerimize ağır geliyor. Yaşamayı bırakın bakmaya, görmeye bile tahammül edemiyoruz birçok şeyi.
Bir can, sadece bir canın enkaz yığınları içerisinden çıkarılması acılarımıza ilaç, derin yaralarımıza anlık bir merhem olsa da genel tabloya bakıldığında insanlığımız acı içinde kıvranmaya ve can çekişmeye devam ediyor.
Evet, acımız büyük. Hem de çok büyük…
Ama inanın kimsenin oturup ağlamaya zamanı da yok, hakkı da yok. Özellikle de depremden doğrudan etkilenmemiş olanların buna hiçbir şekilde hakkı yok.
Ağlamak da lazım, içimizdeki acıyı gözümüzden süzülen yaşla dışarıya akıtmak da gerekiyor. Ama zaman o zaman değil. Zaman yas tutma zamanı değil. Zaman acımızı içimize gömüp, acıyan yerlerimizi bir an önce tedavi etmeye çalışma zamanı.
Zaman, hepimizin üzerine yıkılan enkazı bir an önce kaldırma zamanı.
Öyle de yapıyoruz… Öyle güzel insanlarız ki iyi ki bu vatanın evlatlarıyız, iyi ki bu ülkede yaşıyoruz diyoruz günün sonunda.
Deprem bölgesinde günlerce soğuk havaya aldırış etmeksizin, bedenine çöken uykusuzluğu ve yorgunluğu yok sayarcasına bir canı daha bu yığınların içerisinden çıkarabilir miyim kaygısı taşıyanların emeğini görünce ağlamayı hak etmediğimizi bir kere daha düşünüyorum. Çünkü bu hak benden önce oradakinin hakkı.
Öyle güzel insanlarımız var ki;
Mallarından infak ediyorlar, birçoğumuzun hayal dahi edemeyeceği meblağları o bölgenin hayat bulması için veriyorlar;
Öyle güzel yüreklerimiz var ki, sırtındaki cekete, monta varıncaya kadar gönderiyorlar,
Öyle canlarımız var ki, bir canı daha o enkaz yığınlarının altından çıkarabilmek için kendi canlarını tehlikeye atıyorlar,
Öyle misafirperver insanlarımız var ki, daha Konya’nın girişinde karşılıyorlar depremzedeleri. Sıcak bir çorba, bir yudum çay da olsa güçleri nispetinde ikramda bulunuyorlar.
Öyle candan işadamlarımız var ki, ‘Bugün de vermeyeceksem ne yapıyım ben böyle parayı’ dercesine kesenin ağzını açıyorlar. Hem deprem bölgesindeki insanların ihtiyaçlarını karşılamak, hem de tahliye edilenlerin gittikleri yerlerde olası mağduriyetlerini gidermek için paylaşıyorlar.
Hepsinin tek gayesi var aslında. İnsanı yaşatırken Allah’ın rızasını kazanmak, kazanabilmek.
Ve bugün şunu da çok iyi anlıyoruz tekraren… Zaman ağlanacak zaman değil. Bizim ağıt yakmaya vaktimiz yok.
Yediğimiz yemekten, içtiğimiz sudan, başımızı koyduğumuz yastıktan utandığımız böylesi zor bir dönemde hepimizin yapması gereken bölgedeki enkazı bir an evvel kaldırmak için harekete geçmek.
Acılar bitmez ama en azından diner. El verirsek, gönül verirsek, kucaklarsak, infak edersek acıları bir nebze olsun dindirebiliriz.
Türkiye bu acının altından da kalkabilecek güce sahip. Hem devlet olarak, hem de millet olarak.
Azdan az, çoktan çok… Ne geliyorsa elimizden onu yapmalı, taşın altına elimizi değil yüreğimizi ve bedenimizi koymalıyız.
Her gün aynı acı tabloyu, yıkık virane bir yerleşim yerini seyreden ve bunun ortasında kendisini yapayalnız hisseden bir insanın psikolojisini düşünün. Önce onu bu ortamdan uzaklaştırmak, gördüğü manzarayı bir an evvel değiştirmek gerek.
Bugün Türkiye seferber olsa bu 10 ili yeniden imar ve inşa etmek çok da uzun sürmeyecektir. Bunun için bir taraftan daha çok gayretle çalışmalı, ne işle meşgulsek onu en iyi şekilde ve daha fazlasını üreterek ortaya koymalı, iaşemizden de bir miktar ayırarak yaralara derman olmaya çalışmalıyız.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.