BEN SIKINTILAR İÇİNDE ÇIRPINIRKEN SEN KEYİF Mİ YAPIYORSUN?
Bundan yıllar önce, Televizyonun ve cep telefonlarının olmadığı bir dönemdi. Her ev de radyo yoktu. Otomobili olan insan sayısının da parmakla gösterilecek kadar az olduğu günlerde, şehrin eşrafından, hali vakti yerinde olan genç adam, iki katlı evinin geniş bahçesinde, arabasını yıkıyordu.
Hanımı ise, üst katta ki odalardan birini temizlerken, odada bulunan radyoyu açtı.
Odanın penceresinden aşağıya doğru kocasına baktı.
Kocasının yüzü çok gergindi, hem otomobilini yıkıyor, hem de kendi kendine kadının duyamayacağı bir şekilde konuşuyordu.
Zaten sabahtan beri oldukça asabiydi, kahvaltıda hiç konuşmamış, küçük çocuklarının yüzüne bile bakmamış, sorduğu sorulara cevap vermemiş, bir bardak çay içip, kendini bahçeye atmıştı.
Ev halkı, neye kızmıştı, neye sinirlenmiş de söylememişti, diye merak içindeydiler. Ancak bir şey soramadılar.
Radyoda çok güzel türküler çalıyordu.
Kadın, temizlik yaptığı odanın penceresini açtı.
Kocasının duymadığını düşündü.
Tam o anda, kocasının en çok sevdiği dilinden düşürmediği türkü çalmaya başladı.
Kadın, radyonun sesini sonuna kadar açtı.
Kocasının bu güzel türküyü duymaması imkansızdı. İnşallah morali düzelir diye de düşünmekten kendini alamadı.
Radyo çalarken, tekrar oda temizliğine geri dönmüştü ki, kocası hışımla odaya daldı ve kadına dönerek öfkeyle dedi ki;
- Ben sıkıntılar içinde çırpınırken sen keyif mi yapıyorsun?
Kadın o kadar çok şaşırmıştı ki, cevap dahi veremedi.
Kocası, Radyoyu kaptığı pencereden aşağıya fırlattı.
Aşağıya düşen Radyo, paramparça olmuştu.
Karısı, hiçbir şey demeden köşede sessizce ağlamaya başladı!
Aradan uzun yıllar geçti.
Bu olay adamın hiç unutamadığı olaylardandı.
Dostlarına anlatırken, ben dedi hanımıma çok eziyet ettim. Anlamadan-dinlemeden çok kalbini kırdım. Anlattığım olay, bunlardan sadece bir tanesi.
Gençken çok asabiydim. İş yerinde yaşadığım sıkıntıları eve taşıdığım çok oldu. Kavga etmek için bahane aradığım, hiç yoktan evde olay çıkardığım, hırsımı karımdan çıkardığım zamanlar çok oldu.
Ne çocukları alıp baba evine gitti, Ne ana-babasına, akrabalarına benden şikayet eden bir şeyler söyledi.
Onu severek almıştım, ondan başkası olmaz diye de rahmetli anama çok direttim.
Şimdiki aklım olsaydı, hiç eziyet etmez, en küçük bir kırılmasında o an gönlünü alırdım.
Ellili yaşların ortasında, Hacca hanımla birlikte gitmiştim.
Bütün yaptıklarım bir bir o mübarek yerler de aklıma geldi.
O kadar çok pişman oldum ki, ağlamaya başladım. Kolay kolay ağlayamayan ben, hüngür hüngür ağladım durdum.
Kalbini defalarca kırdığım hanımıma, bana hakkını helal ettim dedim. Helalleştik. O gün, bugündür onu üzmemeye, kırmamaya dikkat ediyorum.
“EY CAN; KİMSEYİ KIRMA, SÖZDEN AĞIRI YOKTUR!”
Asabi hallerimiz,
Özellikle kalp kırmalarımız,
Anlayıp dinlemeden,
İnsanlara kendini savunma hakkı,
Konuşma hakkı vermeden,
Her şeyi silip atmamız tam gaz devam ediyor.
Kalp kırma konusunda keşke Mevlana’ya ve Yunus Emre’ye kulak verenlerden olsaydık!
Oysa o iki güzel gönül dostu yüzyıllar ötesinden, anlayana ne kadar da güzel sesleniyorlar…
Hz. Mevlana ; “Ey can; kimseyi kırma. Sözden ağırı yoktur. Beden çok yükü kaldırır amma, gönül her sözü kaldırmaz.” Derken, gönlümüzün hassasiyetine vurgu yapıyor.
Ya Yunus Emre; ” Bir kez gönül kırdın ise / Bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi / Elin yüzün yumaz değil” derken, gönül kıranlara, gönül kırmaya teşebbüs edenlere, gönül kırmamayı öğütlüyor.
Yine Yunus Emre, “Ben gelmedim davi için / Benim işim sevi için / Gönüller dost evi için / Gönüller yapmaya geldim” diye ne güzel, ne anlamlı mesajlar veriyor!
Gönüller yapmak, gönüller yapmaya gelmek ne güzel şey!
Özellikle bugünlerde, kırdığımız gönülleri almaya, gönül yaralarını sarmaya o kadar çok ihtiyacımız var ki…
Gönül alma gibi o güzel hasletleri unuttuğumuzu anlamak istemiyoruz. Hatırlatanlara karşı da tepkili ve tavırlıyız.
Yarım elma gönül alma denen o güzel davranışları neden hiç gösteremiyoruz?
Neden yüzümüzde en ufak bir tebessüm dahi yok?
Neden güler yüzlü ve anlayışlı olamıyoruz?
Ne yazık ki, gönül almasını, özür dilemesini, hatalı olduğunu kabul etmeyi hiç öğrenemeyecek olanlarımız var!
“SÖZÜ SÜZ DE SÖYLE GÖNLÜ BULANDIRMASIN!”
Herkes bilir ki, gönül bir manada bedene benzer, aynen beden gibi çok dayanıklıdır. Direnci yüksektir, kolay kırıldığı görülmemiştir. Kale surları gibi sapasağlamdır.
İnsan gönlünün en zayıf noktası nedir diye sorulduğunda verilebilecek, yalnızca tek bir cevap vardır!
Söz!
Söz, insan gönüllerini tarumar eder…
Deler geçer!
Hiç olmadığı kadar sarsar!
Hele ki o söz, insana en sevdiğinden, gönül verdiğinden, en çok inandığından, en çok güvendiğinden gelmişse…
Gönül kolay küsen,
Kolay alınan,
Kolay kırılganlık gösteren bir yapıya sahip değildir.
Buradaki tek istisna, gönül denen direnç abidesinin umduğuna küsmesidir!
Gönül en sert, en hırçın, en deli rüzgarlara karşı durabilir!
En büyük acılara, ıstıraplara sabredebilir!
Yüzlerce, binlerce sevgiye kucak açabilir ve içinde barındırabilir.
Dostun attığı gül, taş gelir bize diye zarif cümleler bir yana bırakılırsa, söz kadar tesirli, etkili bir şey yoktur.
Söz vardır gönül okşar, serin pınar suyu misali, gönülleri serinletir, rahatlatır, kavgaları başlamadan önler, küsleri barıştırır.
Söz vardır kavga çıkarır, olay çıkarır, kaş yaparken göz çıkarır!
Söz denen okların insanı can evinden vurduğunu da, hesaba katmadığımız zamanlar olur!
İsterseniz, Şems-i Tebrizi ile yazımızı noktalayalım;
“Sözü süz de söyle gönlü bulandırmasın. Sözü diz de söyle, kulağa inci diye takılsın. Sözü de yüze söyle, gıybet olup utandırmasın.”
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.