‘Buzdokuz’a…
Düzenli okurlarım köşe yazılarımda ve Kültür Atlası’nda sık sık ‘Buzdokuz’dan bahsettiğimi bilirler. ‘Buzdokuz’ da n’ola diyenler/duymayanlar için iki ayda bir yayınlanan, genel yayın yönetmenliğini Hayriye Ünal’ın yaptığı şiir, teori, eleştiri dergisi olduğunu söyleyeyim. Haziran ayı bitmek üzere ve acele ederseniz derginin 17. sayısını kaçırmamış olursunuz. Birçok şeye ek Osman Özbahçe ve Kurtuluş Kayalı hocalarla röportajları da kaçırmamış olacaksınız.
Yakın arkadaşlarım ve yakın çevrem önceleri Buzdokuz’dan böyle bahsetmediğimi bilirler. Özellikle görsel şiirleri, alışageldiğimiz geleneksel şiire çok uzak şekil ve temaları garip bulur, bunları kim okuyor/ne anlıyor der dururdum. Böyle söylerdim söylemesine lâkin, bir yanıyla da ‘Buzdokuz’ bana gizemli gelir, daha doğru bir ifadeyle anlaşılmaz görünmesini gurur yapar, istediğin kadar anlaşılmaz görün, derdinin ne olduğunu anlayacağım derdim. Şiire geç kalmanın ve ön yargının, bir de biriken düzyazı okuma ve yazmalarımın vicdani muhasebesi hasebiyle elimden bırakır; bilindik dergi dostu huyumla en azından satın alarak destek oldum tesellisini koltuğumun altına alır, başka meşgalelere koyulurdum.
Sonra… Bir gün Atakan Yavuz’un (şu an hangi şiiriydi hatırlamıyorum) bir şiirini okudum. Uzunlu kısalı, satır sonuna kadar giden kafiyesiz, ölçüsüz düz yazımsı bir şiirdi. Yaşadığımız dünyanın bir fotoğrafı, çaresizliğimizin acısı, dayatılanı kabullenmeme, her şeyin farkına varma ve gereğini yapmak için kazan kaldırma vd. her şey vardı şiirde. Belki de onlarca sosyoloji, ekonomi tarih kitabının, onlarca dakikalık konuşmanın tesirini bir iki sayfaya sığdıran bir metindi. Her sayısını aldığım Buzdokuz’un elimdeki en eski sayısından, çıkan her yeni sayısına özellikle şiirleri bir başka dikkatle okumaya başladım. İlham vermeyi ön plânda tuttuğum da malûm; Buzdokuz şiirlerine alışıp bütünleşince normal konuşma ve okumalarımda dahi şiir gibi konuşmaya/yazmaya/düşünmeye başladığımı görmeye başladım. Gönderdikleri her bir işaret fişeği bende ortamın, insanların ve bize sunulanların sıradanlığı, her türlü dayatmaya başkaldırı, özü anlama gayret ve iştiyakımı kamçıladı. Nazar boncuğu mu denir ne denir bilmiyorum ama şu -sel, -sal ekleri, uydurukça sayılabilecek bazı kelimeleri de olmasa!..
Önce uzak durduğum, ürkek davrandığım şiirler ve şiir türü, şimdilerde vazgeçilmezlerimden oldu. Geçenlerde, şiirin günümüzdeki muhafızlarından Ebabil’den Osman Özbahçe’nin, Atakan Yavuz’un, Burak Ş. Çelik’in, Ertuğrul Rast’ın, Eray Sarıçam’ın vd. epey bir kitabını aldım; listeme pek çok şairi de ekledim.
Daha çok şey söyleyebilirim, anlatabilirim; amma velâkin yetersiz kalacağının da farkındayım. Bahsedecek çok şey var daha; halbuki, son sayıdan birkaç şiiri tahlil etme plânım da vardı ama yazının, köşemin sonuna geldim, ne de çabuk! Şiir ve ‘Buzdokuz’ bu köşeye, Kültür Atlası’na daha çok konuk olacak; hissediyorum, kararlıyım, istekliyim.
Yazıyı son sayıdan seçtiğim mısralarla nihayetlendireyim…
“Aşk ölümle geçinemez… Yalnızca bünyeye iyi gelen şeyler dolu dünyam var… İnansam da aşkına engin denizlerin/ Ne yelkenim var ne de hevesim.” (Hakan Şarkdemir)
“yaşamaya engel kelimelerin çokluğu beni de ürkütüyor ürk tuhaf bir izdivaç bu akılla yaşam arasında bi şey bize doğru vuruşarak ilerliyor temsillerin barbarlığı barbarlığından bahsediyor.” (Atakan Yavuz)
“kâfirin teslimiyeti an meselesi çünkü demokrasi biraz zaman alıyor” (Anıl Cihan)
“Günün sonunda yırtılan bir şiir gibisin/Hiçbir mısrası aklında kalmadı kalmasın/Böylesi daha iyi/ Bir parçası orada bir parçası burada… Keşkeleri ve doğruları da bırak artık/ Güvenmeyi en çok güvenmediğin insanlara/ Biraz da güvenmediklerinle oyalan darlan bocala ve kendine dön” (Ömer Yalçınova)
Biliyorum ne söylediklerim, ne de seçtiğim mısralar yeterli bu güzelliği anlatmaya…
Aziz okur; ‘Buzdokuz’ yoldaşın olsun, kulak ver onlara, naif ikazlarına ve nasihatlerine…
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.