Felsefe hikmeti ile Kur’an hikmetinin farkları
Ramazanımız mübarek olsun bir saati bin saat hükmündeki bu mübarek zaman diliminin her birimiz hakkında binler saat hükmünde meyvedar ve sevaplı olması dua ve dileklerimle. “ Bismillah” diyorum. Hatta bin aydan daha hayırlı olan “Kadir gecesi” ise inşallah değerlendirebilmeyi Rabbim cümlemize nasip eylesin, yaklaşık seksen üç senelik , yani günümüz şartlarında bir ömürlük sevapları kazandırabilecek özellikleri ve güzellikleri taşıyor. Dünyevi küçücük menfaatimize katkıda bulunanlara teşekkür ediyoruz. Evvela bizi yokluktan varlık alemine getirip; taş, toprak, bitki ve hayvan yapmayıp en güzel surette “İnsan” olarak yaratıp maddi ve manevi cihazlarla donatan ve “İslamiyet” şerefini ve tacını bizlere giydiren Rabb-ül Alemin’e binler hamd, şükür ve senalar olsun. Kainatın, her şeyin ve özellikle biz insanların yaradılışımıza sebep, Hz. Muhammed (SAV)‘a binler salat ve milyonlar selam olsun. Zira Hadis-i Kutside “Levlake levlake lema hâlektül eflak” buyuran Rabbimiz; Ona hitaben: “Sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım.” diyor. Kur’an-ı Kerim’imizin nazil olduğu Ramazan ayında Kur’an’dan istifademiz ziyade olsun… Ramazan ayı ki bu ayda Ramazan’ın manevi ikliminde Kur’an Tefsiri “Sözler” eserini okurken On ikinci Söz’de Bakara Suresinin 269’uncu ayetinde buyurulan ”O dilediğine hikmeti verir. Ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nail olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar” Ayetini Bediüzzaman tefsir ederken Kur’an-ı Hakim’in hikmeti kutsiyesi ile felsefe hikmetinin bir karşılaştırmasını yapıyor. Bu felsefeden maksat gerçeği araştıran felsefe değil, insanlığı maddi ve manevi çıkmazlara sokan dinsiz felsefedir. Dinsiz felsefe (Mataryalist, tabiatçı bir nazarla bakar) dünya ile kainatta, yaratılmış her şeye “Manayı İsmiyle” bakar. Yani “Ne kadar güzeldir.” nazarıyla bakar. Bu bakış açısıyla her şeye sırf maddesi ve menfaati için nazar eder.
Kur’an-ı Hakim ise her şeye “Ne kadar güzel yapılmış ne kadar güzel yaratılmış” nazarıyla bakar ki bu bakışın arkasında usta, yaratan ve yaşatan görünür. Bu bakış milletimizde asırlardır. Maşallah ve Barekallah sözleriyle yerleşmiştir. Bu kelimeler dilimize hem nazarlardan korumak ve hem tebrik etmek, hem Allah’ın istediğini güzel şekilde yaratıldığını takdir etmek, ile Rabbim bereketli ve mübarek kılsın anlamları taşıyor.
On altıncı Lem’ada “ Hangi Avrupa?” sorusuna açıklık getiriyor; ”Yanlış anlaşılmasın Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik(Hıristiyanlık) dini hakikisinden aldığı feyizle hayat-ı İçtimaiyyeyi beşeriyeye (İnsanlığın sosyal hayatına faydalı sanayi ve teknik gelişmelere) adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları (fen ve teknikleri)takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle (tabiatçı felsefenin karanlığı ile), medeniyetin seyyiatını(günahlarını) mehasin (güzellikler ve sevaplar) zannederek beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.
Bu noktadan felsefenin halis (Dinsiz felsefe düsturları ile hareket eden) bir tilmizi (talebesi) bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis (değersiz, alçak) şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şakird (öğrenci),cebbar ve mağrurdur. Fakat kalbinde bir nokta-ı istinad (dayanak noktası) bulmadığı için zatında gayet acz ile aciz bir cebbarı hodfuruştur (kendini beğendirmeğe çalışan ,zorba). Hem o şakird menfaat-perest (sadece çıkarını düşünen), hodendiştir (sadece nefsini düşünen), ki; gaye-i himmeti (gayret ve çabasının gayesi), nefis ve batnın ve fercin (nefsin iç, şehevani istekleri), hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye(milletin çıkarı) içinde arayan dessas (aldatıcı) bir hodgamdır. (Sadece kendini düşünen)
Amma hikmeti Kur’an’ın halis bir tilmizi ise; bir abddir (Allah’ın kuludur). Fakat azam-ı mahlukata (yaratılmışların en büyüğüne) da ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi azam-ı menfaat( en büyük menfaat) olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez (Allah’ın rızasını esas alır) bir abd-i Azizdir. (Aziz olan, Allahtan başkasına ibadet etmeyen, bir kuldur).
Hem hakiki timizi mütevazidir. Selim halimdir. Fakat Fatırının gayrına (Yaratıcısından başkasına) daire-i izni haricinde ihtiyarıyle (iradesiyle) tezellüle (eğilmeye) tenezzül etmez. Hem fakir ve zaiftir, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Malik-i Kerim’i ona iddihar ettiği (hazırladığı) uhrevi servet (ahiret zenğinliği,ebedi saadet, Cennetler) ile müstağnidir. (kimseden bir menfaat beklemeyen). Ve Seyyidinin (Allah’ın) nihayetsiz kudretine isnad ettiği için kavidir. Hem yalnız liveçhillah, rıza-ı ilahi için, fazilet için amel eder, çalışır. İşte bu iki hikmetin verdiği terbiye iki tilmizin muvazenesiyle (kaşılaştırmasıyla) anlaşılır.
Hepimiz “Elhamdülillah” Müslümanız ancak davranışlarımız ve okullardan aldığımız eğitimle maalesef kademe kademe batı felsefesinin (dinsiz felsefenin) etkisi altındayız.
Toplum yapımız olarak, yetiştirme tarzımız olarak kendimize güvenimiz az olup yeni bir iş yapmak istediğimizde danıştığımız kişiler “Çok güzel bir düşüncen var. Sana nasıl yardımcı olabilirim? ”Cevabı yerine “Sen o işten vazgeç onu yapamazsın! Bunu biz yapamayız.” anlayışındadırlar.
Batı felsefesi ise “Sen yaparsın, sen en iyisini yaparsın senden iyi kimse yapamaz ” Kişisel gelişimin sınırları olmadan “enaniyeti” pompalaya pompalaya kişisel gelişimi, enaniyet yönünden aşırı artırarak, firavunane sonuçlara götürebiliyor.
Doğrusu şu olmak gerekir ki, “Ben en iyisini Rabbimin izniyle, İnşaallah yapmağa çalışırım. Sonuç olumsuz olsa da, Rabbimden ümit kesmem” deyip çalışmaya devam eder. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı Oruçla nefsin firavunluk cepnesini öldürüyor!
“Ramazan-ı Şerifin orucu doğrudan doğruya nefsin rububiyetini (aşırı benlikçiliğini, ben yapıyorum, ben kazanıyorum ve ben idare ediyorum anlayışını kırmak) ve aczini göstermekle ubudiyetini (kul olduğunu) bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis, Rabbisini tanımak istemiyor; firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur kırar, aczini ,zaafını ve fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
Hadisin rivayetinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin” .Azap vermiş Cehenneme atmış yine sormuş. Yine demiş :”Ene ene, ente ente!”(ben benim, sen sensin)Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azap vermiş, yani aç bırakmış, yine sormuş. Nefis demiş. “Sen benim Rabb-i Rahim’imsin; ben Senin aciz bir abdinim.” İslamiyet müminlere ve nefse istikamet ve itidalile nefsin baskısından kurtarıp ve ana caddede hareket serbestiyeti sağlıyor. Elhamdülillah
Hoşça kalın, Allaha emanet olunuz.
KAYNAKÇA
1)-Şualar, Bediüzzaman Said Nursi,Sayfa,493 -494
2)-Acluni ,II:164Hakim el Müstedrek II:615,Sorularla İslamiyet Web Sayfası
3)-DİB Bakara Suresi Meali
4)-Lemalar,17. Lem’a ,Sayfa 203
5)-Bediüzzaman Said Nursi, Ramazan İktisad ve Şükür Risalesi ,Sayfa 20
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.