KURBAĞA KAZANI
Kurbağa yiyen ülkelerde, yemek listesinde sürekli kurbağa bulunduran lokantalar, taze olsun diye kurbağanın canlısını satın almayı tercih edermiş. Canlı kurbağaları yarıya kadar soğuk su dolu bir kazana koyar, kısık ateşte pişirmeye başlarmış. Su ağır ağır ısındıkça kurbağaların vücudu sıcak suyun daha yüksek derecelerine de alışır, haşlandığının farkına varamadan ölürlermiş.
Dünyanın karanlık yüzünde yer alan insanlar hep domuzluk düşünüyor. Ama bu domuzlukların çoğunu insanlara fark ettirmeden, alıştıra alıştıra, uzun zamana yayarak, kurbağa kazanı metoduyla uygulamaya koyuyorlar. Onlar için her uygun ortam bir kurbağa kazanıdır. Fakir ve cahil kalmayagör. Rahmetli Çetin Altan’ın dediği gibi, birileri bu durumu mutlaka “Şeytanın gör dediği” yerden görür ve kurbağa kazanını hazırlamaya başlar. Hele bir de insanların gönül tarlasına “Yurttaşlık bilinci, aidiyet duygusu, tarih şuuru, vatan, millet, bayrak sevgisi gibi değerli tohumlar ekilmemişse, yavaş yavaş, hiç acele etmeden, kurbağa kazanının altına o kısık ateş yakılır. Zaman geçtikçe insanlar kendine ait tüm değerlere fütursuzca düşman edilir, haberleri bile olmadan, sosyolojik bakımdan öldürülür.
İnsanlar kurbağalardan farklıdır. Mutlaka içlerinden bir kısmı durumun farkına varır ve ocağın düğmesini bulup, ateşi söndürmek ister. Ama gönlüne o değerli tohumlar ekilmemiş, cahil kalmış bir toplulukta çoğu onlara inanmaz, yardım bile etmek istemez. Hatta birçoğu ateşi yakan tarafa yardım eder. Zamanla yavaş yavaş haşlanıp öleceklerini fark ettiklerindeyse bazıları için artık çok geçtir, ateşi söndürmenin bedeli çok ağır olur. Uyananların kendi evlatlarına bile söz geçiremediği, ateşten çekip alamadığı, ne yapacağını dahi bilemediği bir durum ortaya çıkar.
Bizzat kendileri alt kimlikleri sıkça söyleyip duran yöneticiler, alt kimliklerin öne çıkmasını önleyemezler. Alt kimliklerin öne çıktığı, daha güçlü sahiplenildiği toplumlardaysa üst kimliğin değerini anlatmanın, onu egemen kılmanın imkânı kalmaz, bölünme kaçınılmaz olur. Neredeyse yüz yıla yakındır emek verdiğimiz cumhuriyet projemizin öne çıkardığı “vatandaşlık” sözcüğü unutulmaya yüz tutmuştur. Kürsüye çıktığı zaman söze ”Değerli vatandaşlarım” diye başlayan siyasi şahsiyet azaldı. Onun yerine dinleyenlerin memleketini, etnik veya sosyolojik grubunu öne çıkaran hitaplar ve konuşmalar geldi. Bizi birleştirecek, herkesi kucaklayacak, ayrıştırmayacak, ortak paydamız “vatandaşlık” tan başka ne olabilir? Bu durum bütün dünyada da böyledir. Vatandaşlık dışında tüm vatandaşlarımızın ne ırkı, ne şehri, ne dini, ne de sosyolojik grubu, hiçbir şeyi aynı değil ki, birleştirme özelliği olsun. Üst yöneticilerimiz ve aydınlarımız, vatandaşlarımızı farklılıklarıyla telaffuz ettikçe bölünmeye biraz daha yaklaştırdığının farkında değil galiba.
T.C. Vatandaşı olmanın değerini bilen insanımız gittikçe azalıyor. Örneğin herkesin ortak vatandaşlık adı olan “Türk” sözcüğünün karşısına “Kürt” sözcüğü konuyor. “Türkler ve Kürtler” şeklindeki bir söylem yanlıştır. Doğrusu Kürtler, Lâzlar, Tatarlar… hepsi Türk’tür şeklindedir. Anayasamız, “T.C. ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” diyor. Ama bunu sahiplenen, dile getiren, gönüllere yerleşsin diye uğraşan kimse şimdilerde neredeyse yok gibidir. Kazanın altı yanmaya devam ediyor ve biz yavaş yavaş bölünüyoruz, ağır ağır ölüyoruz. Bölücü terörü yok etsek bile bıraktığı zehri başka türlü yok edemeyiz. O zehrin panzehri bellidir: “ Ne mutlu Türküm diyene! “ Yeni yılda Allah’ın (C.C.) ülkemize ve bütün insanlığa barış, huzur ve hayırlar lütfetmesini diliyorum. Allah’ emanet olunuz.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.