Nedir Gönlün Dağdağasını Durultacak?
Gecikmiş bir otobüsü beklerken, bilgisayar bozulduğunda, kiraya zam geldiğinde, trafiğin sıkıştığı bir anda, yorucu bir iş gününün, bitmek bilmez sınavların ardından, Kızılderilileri anlatan bir film izlediğimde, parklarda adımlarken, bir cankurtaran önümden sirenlerini açmış geçip, zaman eriyip giderken kendimi bir iç boğuşmanın ortasında bulurum. Zihnimde uygarlığın tam tam dansı başlar ve bir huzursuzluk olarak kurulur, oturur yaktığı ateşin karşısına.
Bugün de zor bela sıkıştığım bir köşeden, düşmüş omuzların, yorgun başların arasından güçlükle görebildiğim kurşuni deniz, “durdurun dünyayı inecek var” diye feveran ederek kendimi otobüsten atma isteği uyandırdı birden. Menzile daha on iki durak vardı, cesaret edip inemedim. Bir ışıma peydahlandı, ilkin İbni Haldun gelip bindi otobüse. Ardından Garaudy, Topçu, Meriç ve Harvey... Ve İsmet Özel’in mısraları adımladı o daracık koridorda. Tutundu kaldı öylece. On iki durak sonra indik, otobüs (doğalgaz kullanıldığı için çevre dostuydu şüphesiz) devam etti, ufku giderek kararmakta olan şehrin yoksul mahallelerine doğru.
Yayı çok mu gücendirdik? Hiçbir gayret oku döndürmez mi artık? Çok değil, elli yıl evveline bile razıyız desek, olmaz mı, biraz hız kessek? Bir şarkıda diyor ki, “midem bulanıyor, galiba dünya tuttu.” Bu dünyayı da sesler ve görüntü dalgaları tutuyor. Rengi değişiyor, yakında içini gittikçe daraltan, tutsak eden bu hızı kara bir safra gibi kusacak önümüze. Ne depremler ne seller... Sonu böyle olacak dünyanın.
“Daha yüksek idrak seviyesine çıkmak, Tanrı’nın sözcüklerine daha yakın olmak...” Uygarlığın ufunetine serinlik veren bu cümle gücünü yitirdi. Her birimiz hızın diktatörlüğüne, yer değiştirmenin, dönüşmenin despotluğuna kendimizi teslim etmişken...
Edebiyatsız, sosyolojisiz, daha saf, berrak, dünyanın hızının bulandıramadığı şeyler de var. Bir dergide okudum. Moğolistan’da ren geyikleriyle beraber dağlarda göçebe yaşayan Dukhaların arasında hasta birinin ihtiyacından fazla Adaçayı topladığını görünce, doğaya verilen zarardan keder duyan, dehşete kapılan yaşı geçkin bir ana var. Nehri kirletmemek için suyun dışında temizlenen insanlar, “benim” demeyi bencilliği öğrenememiş bu insanlar böyle bir ananın etrafında.
Ellerine geçeni, olduğu gibi üleşen son Türkler. Talihsiz olaylar yaşandığında bir suçlu aramak yerine kendine “bunları hak edecek ne fenalıklar işledim kim bilir” diye soran Türkler. Başkasının kabahatini içselleştirip kendini ve toplumunu Tanrı’ya affettirmek için içtenlikle gökyüzüne yakaran mesud insanlar... Bizi boğan tufanın hiddeti, onların geyiklerinin ayaklarını bile ıslatmaya yetişmeyecek.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.