Okuma Günlüğü-2
11. İskender Pala’yı severim ve ilkeli duruşuna, istikrarlı çizgisine büyük saygı duyarım. Bunlarla beraber; yazma hızına, art arda çıkan kitaplarına, divan edebiyatıyla eskisi gibi hemhal olmamasına da şaşarım. İsmini ne zaman duysam edebiyatın Müslüm Gürses’i tamlaması gelir aklıma. Bilirsiniz, Müslüm Gürses rahmetli de her yıl birkaç albüm çıkarır, yeni albümleri müzik mağazalarında kamuoyuna; ‘Müslüm Gürses’in en son yeni kaseti çıktı’ şeklinde duyurulurdu.
Her neyse; İskender Pala’nın yeni romanı da son romanının üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra arz-ı endam etti. ‘Surname adlı roman ‘Bir Osmanlı Macerası’ alt başlığıyla sunuluyor. Kitabın konusunu bunca kitap yazmış usta bir kalemin gerileyişine mi, yükselişine mi işaret; karar vermenize destek olur diye aktarıyorum; “Osmanlı sultanı, şehzadeleri için bir sünnet düğünü tertiplemiştir. İstanbul’da eski saraylarla birlikte Atmeydanı, Okmeydanı ve Divanyolu gibi mekânlar seyirlik alan olarak belirlenir. On beş gün sürecek düğünün dillere destan olması istenmektedir. Her vilayetten ve her ülkeden insanlar davet edilir. Bu sırada üzücü bir hadise: Sadrazam şehit olur… Sultan düğün neşesini siyasete boğdurmamak adına yeni sadrazam ataması yapmaz. Mühr-i Hümayûnunu kime vereceğini düğünden sonra açıklayacağını söyler. Bu durumda on beş günlük düğün süreci devletlular ve davetliler için acımasız ve ölümcül bir iktidar mücadelesine dönüşüverir. Sarayda bunlar olurken sokaktan birkaç öksüz ve yetim delikanlının kaderleri iktidar yarışındaki devletlularla kesişir. Gençler, önce kalpazanlık yapmak, sonra da el altından düğün hediyelerini çalmak zorundadırlar. Üstelik içlerinden biri de zihinsel engellidir. Ve İstanbul bütün görkemiyle eğlenmeye başladığında yukarıdakilerle aşağıdakilerin mücadelesi de başlar. Nefes nefese bir Osmanlı mâcerası.”
12. ‘Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi’ duyduğum en güzel, ahenkli ve kafiyeli kitap isimlerinden biridir. İşte bu müstesna kitabın yazarı Osman Turan adına ölümünden 50 yıl sonra bir armağan kitap, Ketebe tarafından kültürümüze kazandırıldı. Ketebe’ye bu vefasından dolayı kalbî şükranlarımı sunuyorum. ‘On iki hayvanlı Türk takvimi’ çalışmasıyla ülkemizde yapılmış ilk tarih doktorasının sahibi, övgüde kıt olduğu herkesin malûmu Köprülü hocanın beğenisini kazanmayı başarabilmiş, 1960 darbesi ile Yassıada’da yaklaşık 17 ay tutuklu kalmış ve dönüşünde fakülteye alınmamış, sebepsiz yere Tarih Kurumu üyeliğinden çıkarılmış ve buna çok içerlemiş bu büyük mefkûreciyi bir kez daha rahmetle anıyorum.
13. Aynı zamanda pek çok derginin mutfağında da bulunmuş şair Metin Celal’in ‘Bir Şiirdi Geçen Yıllar’ ında Hilmi Yavuz’un İstanbul Büyükşehir Belediyesinde kültür işlerine baktığı günlere, Cağaloğlu’nun hareketli zamanlarına, Sombahar gibi artık yaşa(tıla)mayan dergilere duyduğumuz hüzne, Orhan Pamuk’a benzemenin Metin Celal’e ne türden faturalar çıkardığı gibi dikkat çekici anekdotlar okuyabilme imkânına sahibiz.
14. Hikâyesi olan şiirleri galiba daha çok seviyorum. Muhit’in kasım sayısındaki Cevdet Karal imzalı ‘Fabrika’ şiirini de bu yüzden severek okudum. İki sayfalık şiirin giriş kısmını tadımlık babından aktarayım, hikâyenin devamını merak ederseniz dergiden okursunuz artık; “Alışveriş Listesi/Piyasaya yeni çıkmış/Ve iflas sebebiyle ayrılmışken/Şirketteki işimden,/Bir fabrika kaurdum, /Toplayıp cesaretimi/Bir klavye, /Yaratıcılık ve tutku,/ Bütün altyap bu!/Yegane sermayem hayal gücü, /Bir depo dolusu hammadde/Zaten hazırdı”
15. Hemşehrimiz Murat Güzel çok okuyan, çok konuda çok bilen heyecanlı ve meraklı bir kalem, bir beyin. ‘Klasik nedir?’ sorusuna cevap arayan yazısında da (Muhit, s.35) ilginç kelime seçimlerine ve cümle kuruluşlarına imza atıyor. İslâmcılar Türkçeyi neden böyle hoyrat kullanırlar, neden hassas olmazlar dil konusunda; hep merak etmişimdir.
16. İki karşı uçta yer alan gazetelerden biri tekzip şampiyonu, saplantılı ve bağnaz. Konuşmaya, üzerinde düşünmeye değer bulmuyorum, geçelim. Diğer taraftaki gazete ise ‘kutsalı koruyorum, hassas davranıyorum’ diyerek ve çıplaklık, ahlâk vd. duyarı kasarak karşı tarafı kışkırtıyor, hatta kutsala dair konuşmalarına ortam hazırlıyor; hasılı iki gazetenin de fitne tohumları ektiği kanaati taşıyorum. Bahsettiğim ikinci gazetenin tarihçi yazarı da böyle sanırım. Yine bu gazeteden yakın zamanda ayrılan bir yazarları, hani şu yazıları pek anlaşılamayan olanı; Mavi Marmara gazı vermiş, gemiye binme beklentisi oluşturmuş ama son anda kışkırttığı insanları satarak, son anda gemiye binmekten imtina etmiş yazar… Sosyal medyada bu gazete hakkında havada uçuşan tevatürler de gırla. Sonuç olarak iki gazetenin de yok birbirinden farkı ve ikisine de uzağım neyse ki.
17. Dergi ve gazetelerdeki, hele de bizim yereldeki röportajlarda dikkat edilmeyen, yeterince hazırlık yapılmayan ve önemsenmeyen bir husus, daha doğru deyişle sıkıntı konuklara sorulanlarda yatıyor. Sorularda uygun bir hitap, verilen cevaplara yerinde bir karşılık, gerektiğinde doğaçlama bir işleyiş olmayınca okullardaki sınav kâğıtlarının durumuna düşüyor bunlar. Bir örnek vereyim aynı röportajdan sorularla ve isimler bende saklı kalsın; “Türkiye’deki hayatınız ve müzik yolculuğunuz nasıl başladı? Türkiye’ye ilk geldiğiniz yıllar ne tür zorluklarla karşılaştınız?” “Bugüne kadar kaç besteniz var? Ayrıca albüm ve kitap çalışmalarınız da var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?” Bu kadar örnek kâfi ıstırabımızı anlatmaya. Yeterli hazırlık, gerekli donanım, konuya hakimiyet olmayınca yılların tecrübeli gazetecisiyim desen de, kuşe kâğıda basılı kaymak gibi dergiyiz desen de ve dahi bunları kontrol edecek ve yön verecek vizyondan yoksun olunca editörün, yönetmenin ‘benim oğlum bina okur, döner döner bir daha okur’ haline hapsolur kalırsın. Bir de şu imlâ noktalama işini çözün artık be kardeşim ayıptır yahu!
18. Dönüp dönüp tekrar okuduğum, içime sindire sindire çekip durduğum bazı şeyler: İsmet Özel’in ‘Kâfirle savaşmayı göze almış Müslümana Türk denir’ tanımı, Edgar Allan Poe’nin ‘Annabell Lee’si, Kaan Eminoğlu’nun ‘kararlıyım, yedekten gelip atacağım golümü’ mısraı, Samipaşazade Sezai ismindeki ihtişam ve ahenk ile ters orantıdaki yazarın gözümde canlanan görüntüsü… Aklıma geldikçe yazarım, belki bazılarını döner döner bir daha yazarım, kendimi alamayarak. Bu durumda kusurum affola.
19. ‘İz’ gibi bir zamanların parlak yıldızı bir yayınevini art arda bırakan başta hikâyeci yazarları ve bunlardan çoğunun ve fazlasının Ketebe’de buluşmasına bir ben mi anlam veremiyorum?
20. Medyaya ve yayıncılık dünyasına dair aklımda deli sorular: TGRT ne yapmaya çalışıyor? Nitelikli ve entelektüel tarafta konuşlandığını düşündüğümüz, bizden bildiğimiz ATV, Kanal 7’deki Hint dizileri, entrika programları ile Nilgün Bodur gibi yazarların kitaplarını basan Turkuvaz ne yaptıklarının farkındalar mı acep dostlar? İhsan Fazlıoğlu’nun anlattıklarını anla(ya)mayan Göktürk Ömer attığı başta bu konudaki çirkin ifadeler kullandığı yakışıksız üslûp olmak üzere twitter paylaşımlarıyla neyin peşinde, Ötüken gibi kadim bir yayınevinin editörü böyle mi davranmalı? Ötüken’den konu açılmışken kardeş müesseseleri Bilge Kültür Sanat fuarlara katılmayarak, kitap ekleri ve dergilerde görünmeyerek nasıl bir politika izlediğinin farkında mı, acaba böyle davranmalarının sebebi kaynak kitapların satışını yeterli görmeleri mi? Son soruma somut bir örnek: Mustafa Everdi’nin ‘Metropol Mücahidi’ yıllar geçmesine rağmen nasıl olur da ikinci baskıyı yapmaz, nasıl yani gerçekten?
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.