Çanakkale unpassible
Yıl 1982, yer Ankara. Türkşeker de genç bir mühendisim ve doktora yapıyorum. Bu arada da eksik olan İngilizcemi, kurumumuzda açılan kurs ile geliştirmek istiyorum.
Öğretmenlerimizden birisi Avustralya, bir diğeri Amerikan menşeili iki bayan.
Kursa yeni başlamışız ve henüz İngilizcemiz pat-çat. Mart ayı ve beş dakikalık konuşma pratiği için “Çanakkale Savaşları” ile ilgili konuşma metnimi kendime göre ezberlemiş bulunuyorum.
Konuşma sırası bana geliyor ve son derece kibar ve asil duruşlu öğretmen beni kaldırıyor.
Öğretmenin ilk sorusu “Hangi konuda hazırlandın, Fikret” diyor.
Ben de gururla ayağa kalkarak Türkçe’den adapte ettiğin İngilizcemle “ÇANAKKALE NONPASSIBLE” diyorum.
Avustralyalı öğretmen öyle gülüyor ki, şaşırıyorum, tüm sınıf şaşkın ve suskun. Altından ne çıkacak diye hepimiz merak içindeyiz.
Avustralyalı öğretmenimiz şöyle bir toparlanıyor, başını dimdik tutuyor, bana dönüyor. Hepimize hitaben ve gururla; “SIR, ÇANAKKALE UNPASSIBLE”, yani “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” diyor.
İşin aslını anlıyorum, UN yerine NON kullanmamın yanlışlığını söylüyor ama çok memnun oluyor. Biraz mahcup edayla, “ben de öyle söylemiştim” desem de, gülüşüyoruz.
Bu asil hanım, kendi bildiği yarım yamalak Türkçe ve İngilizce cümlelerle bize Çanakkale’yi anlatıyor.
Bizlerle neredeyse aynı yaşta olan öğretmenimiz, çoğumuzda olduğu gibi O da Çanakkale’de çarpışan bir dedenin torunu.
Devamında, “Beyler, Çanakkale basite alınacak bir savaş değildir. Türkün ve İslam’ın zaferini bu kısa cümlelerle anlatamayız. Siz Türkler dedeme, babama ve bana insanlığı, savaşta da olsa dostluğu, yardımseverliği öğrettiniz. Ben de benden sonra gelen neslime sizleri anlatmaya ve bu şanlı tarihi canlı tutmaya devam edeceğim” diyor.
Devam ediyor “Bu sözleri dedem babama, babam da bana vasiyet etti. Türkiye’ye gidiniz, o asil milleti tanıyınız, onlarla dost olunuz”.
Öğretmen hanımın eşi Avustralya büyükelçiliğinde diplomattı. Görev dağılımı yapılırken eşine “Ne olur mümkünse Türkiye’yi seçelim ve orayı görmek istiyorum” diyor ve bu istekleri kırılmıyor.
İşte Çanakkale ruhu, işte yabancıların (ANZAK dostlarımızın torunlarının) bize bakışı. İşte bu bakışa sebep olan olay.
Hocamızın dedesi Çanakkale de yaralanıyor. Onu yaralı gören bir Türk Askeri üzüntüsünü işaretle izah ediyor ve çantasında çıkardığı kuru yemişlerden (incir, üzüm, kayısı, peksimet) fırlatıyor. Dede bu olayı evlatlarına anlatıyor ve ardından da;
“Türkler merhametli insanlardır ve iyi dostturlar, onları her zaman saygı ile anınız”
Tüm ülkeme ve dünyaya ÇANAKKALE RUHU hediye olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.