Nazım Hikmet ve Necip Fazıl-IV
Geçen yazımda Nazım’ın, Necip Fazıl’a sataşmasını ve Üstat’ın ona cevabının bir bölümünü yazmıştım. Necip Fazıl’ın cevabı şöyle devam ediyor. Aşağıda, Ben: Necip Fazıl, Sen: Nazım Hikmet’tir.
Bundan bir kaç ay evvel Babıali’de, Ştaynburg Lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı:
Ben – Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?
Sen – Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim?
Ben – Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?
Sen – Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten menederler.
Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmıyan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım.
Şimdi bana -tam da senden bekliyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlik reklâm açıkgözlülüğünü… Senin nene mukabele edeyim?
Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarma dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat adiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer?
İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?
Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktiyle vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!
Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim. Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.
Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman. Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor. İşte görüp göreceğin rahmet!
Üstat’ın mektubu burada bitiyor. Ancak Soner Yalçın gibilerin aslında araştırmacılığının ne kadar de mesnetsiz ve de saptırmacı olduğu ortada. Soner yazısını hiç de yeri olmadığı halde şöyle bağlıyor.
“Konuyla ilgisi yok ama. Bildiğiniz gibi Recep Tayyip Erdoğan’ın “rol modellerinden” biri Necip Fazıl.
Yukarıdaki yazıyı okuyunca Erdoğan’ın dilini anlıyorsunuz”, diye dokunduruyor. Bu kesim kinini kusmak için her türlü entrikayı çeviriyor, sonra da avlarını kabalıkla itham ediyorlar.
Necip Fazıl aslında sanatı kadar merhameti de yüksek bir şairdir. O kadar ki Nazım’ı hapishanede ziyarete gelir ve şöyle bir konuşma geçer aralarında:
Necip Fazıl: "Nazım, benim rejimim olsa seni asardım. Fakat bu hiçlik rejiminde fikirsiz ve imansız insanların seni sürdürmesinden müteessirim. Onun için seni ziyarete geldim."
Nazım Hikmet: "Benim rejimim olsa ben de seni asardım. Sonra da darağacının başında ağlardım. Bil ki bu soylu tarafının daima takdircisi kalacağım."
Karşı ideolojiye rağmen iki devr-i sabık arasındaki nezakete bakınız. Aslında ikisi de mağdur edilmiştir.
Esas kabalık, olayları çok taraflı okumaktır. Ahmak ile sanatsever arasındaki fark da buradan gelir.
Allah’a emanet, hayra muhatab olunuz, efendim.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.