Tarih, Romandan Öğrenilmez
Son yıllarda moda olan Osmanlı dönemi dizileri ile bu zamana kadar ecdadını merak etmemek, okumamakla suçlanan Türk insanını bir nebze olsun akladı. Tarihi romanlara olan ilgi takdir edildi, sıkıcı tarih ders kitaplarından kafamızı kaldırıp şöyle roman tadında tarih okumaya başladık diye övünür olduk. Tarihçiler de bu husustan genel olarak memnuniyetini belirterek “Gençler yeter ki okusun” tarzında bir yaklaşımda bulundu, hatta pek çoğu daha ileri giderek akademik çalışmaları bir yana bırakıp roman yazmaya koyuldu.
Ülkemizde her konuda olduğu gibi bu alanda da gençlerin bilişsel ve duyuşsal alanlarını olumsuz etkileyen, istismar, fırsatçılık, ticaret kokan romanların artmasıyla işin tadı kaçtı. Hemen her tarihçinin yaşadığı gibi ben de çok sık karşılaşıyorum. Bazen ismini bile duymadığım yazarları takip eden öğrencilerim “Falan filan sultanın hayatını anlatan kitabı önerir misiniz?” “Haremde aşk nasıl bir kitap?” diye soruyorlar.
Kitapçılarda araştırma-tarih reyonlarının önünde pek çok genç görmek mutlu etse de ellerinde hemen hepsi sultanlı-şehzadeli ve birçoğu da özellikle haremi her biri kendi hayalinde nasıl canlandırdıysa öyle yazmaya meraklı olan ecnebi yazarların kitapları olduğunu görmek canımı sıkıyor. Gençlerin tarihsel düşünmelerini sekteye uğratabilecek bu kitapların birçoğu öznel bir dünyaya bakışın ürünüdür ki; bu da çok önemlidir.
Bu yazının, tarihi saptıran dizi filmler gibi tarihsel romanları da eleştireceği belli olduğuna göre; baştan Atilla İlhan’ın Selanik’i anlatan “Dersaadet’te Sabah Ezanları”, Kemal Tahir’in “Kurt Kanunu” gibi akademisyenlerin yapamadığını bu yazarların yaptığı dönemsel tarih romanlarını tenzih ederek başlamak gerek. Türklerin, gençlerin tarih okuryazarlığının kuvvetlenmesi konusuna karşıt olan yoktur. Fakat bu iş nasıl yapılacak, gençlerin tarih bilincini saptırmadan tarihi sevdirecek, okutacak yayınlar nasıl hazırlanacak, bununla ilgili yapılmış doktora tezleri bile var. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamak için tabii ki bu çalışmaları okudum. Hele içlerinde ergenin tarihsel roman tercihleri üzerine Amerika’da yapılmış bir çalışma ile “Bir Eğitim Aracı Olarak Romanların Yararları ve Sınırlılıkları” daha dikkat çekiciydi. Bu bilimsel çalışmalarda konunun fayda-zarar ilişkisinin değerlendirilmesinden, bol bol örnekleme yapılmasından başkaca sonuca varıldığını görmedim. Dolayısıyla yine bildiğimden şaşmadım ve tarihsel romanlarla ilgili fikir soran, hatta daha da ötesi tavsiye isteyenlere kat’i cevap vererek “Çöpe atacak zamanınız varsa okuyun” deyip kestirip atmaya başladım. İnsanın neyi okuyacağını bilmesi kadar neyi okumayacağını da bilmesi gerek çünkü. Zihnimiz tıpkı karmaşık beslenme alışkanlığımız gibi, görüntüsüne bakıp GDO’sunu-hormonunu, yağını-tuzunu önemsemeden doldurduğumuz midemiz gibi çöplüğe dönecek bu gidişle.
Tarihsel roman yazarı için durum güzel; çünkü onlar için tarih bitmeyen bir malzeme yığınıdır. Zaten onlardan tarihsel olayları belgelerle anlatmasını isteyen de yoktur. İnsanlar sıkıcı tarih kitaplarından bunalmıştır. Öyle ya, bu kahramanların hiç mi aşk hayatı yoktu? Biraz da onları öğrenmekten ne çıkar? Bu bağlamda tarihsel romandan tarihsel olgu ve olayları olduğu gibi aktarması beklenmez. Bu işi tarihçiler yapsın. Buradan hareketle tarihçiler ile tarihsel romancılar arasındaki ayrımı güzel bir şekilde yapan Opperman, tarihçinin geçmişin fotoğrafını çekmeye çalıştığını söylerken, tarihsel romancının ise geçmişin resmini çizdiğini saptar.
MODAYI VİSKİCİ SCOTT BAŞLATTI
Tarihi romanları tarihsel bilinç gibi önemli ödevlerden arındıran durum, bizde dizi furyasının da katkısıyla tam bir fırsatçılığa dönüştü. Fakat bu bize mahsus bir durum değil. Aslında tarihsel bir dönemde yer alan kahramanların eylemlerini edebî ölçüler içinde ele alma alışkanlığını, kısacası tarihsel roman furyasını Sir Scott başlatalı iki yüz yıldan fazla zaman olmuş. Aynı zamanda reklamcılık ile ilgili ilk kitapların da babası olarak bilinen Scott’un şövalyelerin kahramanlıklarla geçen hayatını yazmış, romanlarında şimdiki dizilerdeki karakterlere benzeyen kadın tiplemeleri çizmiştir. Söz Scott’tan açılmışken, bu üretken İskoç yazar, kral IV. George’u ağırladığı ilginç anılarla çokça anlatılır. 1822 yılında kralın Edinburg’u ziyaretinde ona büyük ilgi gösteren Scott, kraldan bir cam kadeh hediye alır ve bunu cebinde taşır. Günün sonunda Scott, cebindeki bardağın üzerine oturarak kralın karşısında hediyesini param parça eder. Scott’un, krala o sıralarda yasa dışı olan viskiyi ikram ederek beğenisini kazandığı ve bundan sonra İngiliz cin üreticilerinin baskısıyla vergileri üç katına çıkarılarak baltalanan İskoç viskilerindeki vergi oranlarının düşürüldüğü bilinir.
FETİHİ YABANCILARDAN OKUYUNCA
Bugün 29 Mayıs, İstanbul’un 561. fetih yıldönümü. Yabancıların gözünden fetihle ilgili birkaç kitabı inceleme fırsatı buldum bu hafta. Tam da yukarıda bahsettiğim kurgusal tarihçilik anlayışı ve tabii ki öznel yaklaşım nedeniyle İstanbul’un fethiyle ilgili yazılmayan kalmamış neredeyse. Bunlardan Türkiye ile Japonya arasındaki ilişkilerin resmen başlamasından önce Türkiye’de ticari yaşam sürdüren Yamada Torajiro’nun 1911 yılında yazdığı “Toruko Gakan” dikkat çekici. Yazar, kitapta 15. Yüzyıl olaylarına 19. Yüzyıl penceresinden bakarak Türkler’i ilkel ve barbar olarak nitelendiriyor.
İstanbul’un fethini Bizans tarihçisi Dukas’tan okursak da bu kez Ayasofya’da ilk ezanın okunmasından ve ilk namazın kılınmasından duyduğu ızdıraba tanık oluruz: “Adem-i meşrûiyetin veledi, Deccal’ın mübeşşiri, mihraptaki mukaddes din taşının üstüne çıkarak, namazını kıldı. Nedir bu nekbet ? Heyhat nedir bu dehşet veren acîbe, eyvah ne olacağız? Vay vay, neler görüyoruz?...”
İstanbul’un fethini Batılılar’ın gözüyle görmek isteyenler için, Steven Runciman’ın yazdığı ve Derin Türkömer’in çevirisiyle Doğan Kitap’tan çıkan “The Fall of Constantinople” (Konstantinopolis Düştü), en objektif yayınlardan biri olarak bilinir. Bu kitap, İstanbul’un fethi bir nevi Konstantinopolis ne olsaydı düşmezdi”nin, bir yakınmanın kitabı olsa da; bu konuda yazılmış pek çoğu gibi “Barbar Türkler bizi katletti” kitabı değildir.
İstanbul’un fethiyle ilgili hala Ulubatlı Hasan gerçek miydi, efsane miydi, Konstantin kaçtı mı, savaşarak mı öldürüldü, Fatih Sultan Mehmet’in türbesi boş mu tartışmaları yapıladursun, fethi kutladığımız bu günlerin yine mehter takımlarının renkli gösterileriyle geçeceğini tahmin etmek zor değil. Oysa yarım asır önce İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümü için hazırlanan ve her biri bugün bile ana kaynak olarak kabul edilen yayınların geliştirilmesi, ilgili alanlarda önemli kaynağını önemsiz işlere harcayan kurum ve kuruluşların tarihi doğru ve düzgün bir şekilde bugüne öğretecek, geleceğe aktaracak çalışmalar yapması umuduyla…
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.