ÇARKLAR SUSMASIN
Ağustos ayı içerisinde başlayan piyasa hareketleri alınan tedbirlere açıklanan programlara rağmen sakinleşmiş değil. Kur atağı ile başlayan hareket birçok faktörü tetiklerken, yaşananların psikolojik mi, sosyolojik mi yoksa ekonomik mi olduğunu artık hep beraber göreceğiz. Ekonominin biraz sosyoloji biraz psikoloji içerdiğini en azından birbirleri üzerinde etkileri olduğunu kabul ediyorum ancak sorunu yıllardır neden görmezden geldiğimizi anlamıyorum.
Ortada bir sorun olduğu gerçeği yeni açıklanan Ekonomik Program’da zaten kabul görmüş ve rakamlara yansımış. ABD Merkez Bankası (FED) bilanço daraltmaya başladığında gelecek fırtınayı görüp, tedbir alabilsek belki bu süreci daha az hasarla atlatabilirdik. Geldiğimiz nokta itibarı ile düşen güven endeksi, kaynak kullandırmakta nazlanan bankacılık sistemi, finansa ulaşamayan sermaye yetersizliği ile uğraşan sanayici ve her gün değişen etiketleri takip etmekte zorlanan tüketiciler haklı olarak “-Ne olacak” diye soruyor?
Türkiye Ekonomisi bu süreci de atlatacak dinamiklere sahip. Bunu hepimiz biliyoruz ama sorunun teşhisi ne kadar sağlıklı yapılıyor? Akademisyen-Finansçı Yaşar Erdinç bir makalesinde içinde bulunduğumuz durumu şöyle özetliyor: “Bir hasta var. Bu hasta kilolu ve yüksek kolestrol sorunu var. Ancak diyet yerine tuzlu yemeye devam ediyor. Kalp spazmları ve yüksek tansiyon sorunları olan hastamız ne spor yapıyor ne diyete uyuyor. Tansiyondan dolayı felç geçirme kalpten dolayı kriz ihtimali olan hastamıza doktor tansiyon ilacı veriyor. Burada tansiyonu düşen hasta kendini iyi hissedip tuzlu yemeye devam ediyor.”
Döviz kuruna yüksek tansiyon dersek, verilen ilaç faiz oluyor. Ama asıl sorun kilo ve diyete uymama problemi, yani cari açık ve yüksek enflasyon. Bataklığı kurutacak isek öncelik cari açığın nasıl düşeceğidir. Tasarrufları, ihracatı ve döviz girdilerini artırmak hastanın sağlığına kavuşmasının tek yoludur. Bu süreç yapısal reformlarla desteklendiği takdirde Türkiye sahip olduğu kaynaklarla çok daha sağlam bir ekonomiye kavuşacaktır.
Artık kalıcı tedavi için gerekli olan üretim kanallarını ayakta tutmak olmalıdır. Bugün Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)’nın ve Hazine Bakanlığı’nın tavsiye kararlarına rağmen bankacılık sistemi ile reel ekonomi arasında problemler devam etmektedir. Sanayicilerimiz bugün itibarı ile en çok nitelikli finansmana ihtiyaç duyarken, bankaların teminatı döviz kurunu ya da başka gerekçeleri öne sürerek bu kanalı tıkamaları sorunları çözmeyeceği gibi yaşanan süreci de uzatacaktır. Havalar iyiyken size şemsiye dağıtan bankalar, yağmur başlayınca geri isterlerse bilmek zorundalar ki bu gemide onlar da var.
2001 krizi bankacılık sisteminde büyük bir hasar bıraktı. O açıdan finansal istikrarın son derece önemli olduğunu kabul ediyorum. Fakat reel sektör finansal istikrara kurban edilemeyecek kadar önemlidir. Reel sektör sahip olduğu borcu ancak makineleri çalışır halde tutarak ödeyebilir. Bunu yapabilmek için finans sektörüne ihtiyacı var. Bankacılık sistemi kendini korumak için her müşteriye aynı metodu uygularsa birçok işletmemizin üretimi söz konusu olmayacak, dolayısıyla işsizlik rakamlarından milli gelire kadar her parametre olumsuz etkilenecektir.
Önümüzdeki dönem daralma yaşanacağını biliyorum bunun birçok yansıması olacak. Ama bu süreçten çıkabilecek potansiyele ve üretim gücüne sahip olduğumuzu da bilmeliyiz. Birçok alanda içinde bulunduğumuz coğrafyanın en iyi üretim gücüne sahibiz. Birçok sektörde Avrupa’da dahi ilk üç içerisinde yer almaktayız.
Yıllardır bu köşeden üreterek büyümenin ve ihracatın önemine dikkat çekmeye çalışıyorum. Temennim odur ki yaşadığımız sürecin sonunda kazanan reel sektör olsun. Çünkü ne kadar çok üretirsek o kadar insana istihdam sağlarız. İstihdam demek iş, aş, ihracat demek. Ülkemiz, hedeflerine ulaşacak işgücüne de teknolojiye de pazara da sahip. Yeter ki üretim çarkları susmasın.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.