Selvilerden Selvim, Al Yazmasız Yarim
Saklı dedik fakat; nerede bivefa görsek, alnından tanırız. Çünkü;
“Dikkatler ile seyrederiz yâri seraba, görmez mi idik eğer olsa vefası?”
Uzun zaman sonra, uykusuz gecelerimden birinde yeniden izlediğimde;
“Sevgi neydi?” sorusuna cevap ararken, aslında herkes gibi Cemşit ve İlyas'a yoğunlaştığım için belki; Dilek Hanım'ı hep görmezden geldiğimi fark ettim. Ah güzel kadın; kimse bilmiyor ama aslında ne çok seviyor; bekliyor, hep bekliyor, kenarda köşede durup, öylece özlüyor. Vefadan bahsediliyorsa eğer; bana bunu, iliklerime kadar Dilek Hanım hissettiriyor. İlyas evleniyor, O bekliyor. İlyas'ın her dönüşünde sessiz sedasız onu ağırlıyor, beyaz gelinlik hayallerini sonuna kadar bağrına basıyor. Sonra; bir gece, kırık dökük mutfak fayanslarının arasında kattığı çayın buğusu sönmeden daha,
“Gitmelisin.” diyor, kendi canından olmayan yavruya, camın ardındaki karanlıkta hıçkıran karısına kıyamıyor. Ahde vefa ağır basıyor, abde vefayı kenara itiyor ve başka yürekleri kayırırken kendi mutluluğunu; son kez olduğundan habersiz, yine göz ardı ediyor. Hiç hesap sormuyor, acıtmıyor, incitmiyor. Sadece susuyor. Belki de sevgi; Asya’nın bizi can evimizden vuran cümlelerindeki emekten öte, sadece benliğini arka planda tutabilmeyi gerektiriyor.
Dilek Hanım, tüm hikâyenin direğinde yer alırken; özünde feragat eden, kendinden vazgeçen, yeri geldiğinde o dönemin yerleşmiş kurallarına başkaldırıp, ahlâk kalıplarına göğüs geren; yeri geldiğinde aşkına sınırlar çizen kadın. Hasretini ve hislerini geride bırakıp Asya’ya alan bırakıyor, bu yüzden güçlü bir karakter; hatta neredeyse Cemşit kadar ya da ondan daha güçlü. Zira ne Asya ne de İlyas o kadar sadık değiller; yalpalıyorlar, dal kıpırdatmayan rüzgârlarda dahi pervasızca savruluyorlar, yarınlarından tereddüt yaşıyorlar, hatta bunu yıllarca sürdürüyorlar.
Asya, oğlunun geleceğini düşünmek zorunda kalmasaydı, yine de Cemşit’in emeklerine methiyeler dizebilir miydi, bilmiyorum. Çünkü, monologların tamamında, Asya’nın aklı ve gönlü arasında kaldığına ve derin bir yorgunluk, hatta yıkım duygusuyla Samet’in tercihine boyun eğdiğine şahit oluyoruz. Filmin sonunda, aşkı için sinesine bastığı umut ve bekleyiş sancısıyla Cemşit zihinlerimize kazınıyor. Oysa, Dilek Hanım asla kavuşamayacağını bilerek İstanbulluyu seviyor, aşkına vefa duyuyor. Yaşım hala kemale ermediğinden sanırım; onun için üzülürken buluyorum kendimi. Mutluluğa attığı adımların kuralsızlığı ve anlayışlı kadın olmaya mecbur kalmasına rağmen, sevdiğine; her zaman en olması gereken perspektiften bakabilen haliyle onu titrek sahnelerin gölgesinde bırakan senariste kızıyorum. Asya’nın menfaat çerçevesinde iyiliğe duyduğu şükranla, sonsuz vefanın birbirinden ne kadar uzak olduğunu görüyor ve yalnızlığa gömülen Dilek Hanım’ın ahından, onu duymayışımızın, anlayamayışımızın gözyaşlarından senelerimizi koruyamıyorum.
Mevlâna gibi yalvarsaydı, boynunu büküp;
“Sen her gece ay değirmisini, başına yastık edince yollarda,
Dizime yattığın geceleri unutma, hatırla ama.” diyebilseydi eğer, Dilek Hanım’ı da çıkarıp alabilir miydik repliklerin arasından? Devam etseydi hatta;
“Ama bizi unutma, hatırla ama.” diye, hatırlar mıydı İlyas O’nun aşkını da?
Bunca kelam, parmak uçlarımdan kazınarak dökülürken, artık vefanın, ilk değil sondaki ama’da saklı olduğunu anlıyorum. Bir insan evvelinde korkuyor, bizlikten kaçıyorsa; ahirinde de dürüst kalamıyor ve vefa, cümlenin başlangıcından ziyade; nihayetinde can buluyor.
Aldanışlar bittiğinde; İlyas gibi bencil, aşkının arkasında duramayan zayıf karakterler için; şarkılarla avunan yüreklere ateş düşüyor. Anneler ağlıyor, al yazmalar soluyor, Sametler bir kırmızı kamyonun sevincine sığınıyor, belki akıl; varlığını unutuyor, güzel sözlere ve çamurların kuruyacağı günün hayaline sarılıp; anılarla avunuyor.
Velhasıl, ahlar tutmuyor, gözyaşları dinmiyor, köyde şehirde; gündüzde gecede, dünya denen bu uçsuz cehennemde çok sevenlere daima yazık oluyor. Vefa yoksa; bu temaşa, kahırla hitama eriyor ve perde usulca kapanıyor.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.