Fazla doz kişisel gelişim bizi uyuşturuyor
Her insan kendine, muhatabına ve bulunduğu topluma faydalı olmayı önemser. Bunun aksini iddia edebilecek biri yoktur diye düşünüyorum. Fakat bizim olayımız eşya zıddı ile kaimdir şiarını bu noktada görmezden gelerek es geçmemiz.
Nasıl ki fazla sevgi nefrete, aşırı saygı saygısızlığa ve aşırı mütevazılık kibre dönüşüyorsa kişisel gelişimin de bir müddet sonra yerinde saydığına ve hatta eksi bakiyeye düştüğüne şahit oluyoruz.
Her kemikte bir ilik, her gömlek altında bir yiğit saklıdır ifadesine sığınarak, orijinal hâl ve tavırları gelişi güzel uyguladığımız an biz, biz oluşumuzu kaybediyoruz.
Önümüze koyabileceğimiz; ‘Bilgili kişi attar tablasına benzer: Sessiz dursa da kokusu sezilir. Cahil, cambaz davuluna benzer; velvelecidir, fakat içi boştur.’ biçiminde bir ifadeye ihtiyaç duymamız lazım.
Elbette hiçbir işletme, kurum vs. baş yerinde ayak görmek istemez. Bunu amasız fakatsız kabul ediyorum. En başta insan bunu kendine reva görmez.
Fakat bizlerin durumu şiddetli bir eksen kaymasıyla paralel ilerliyor. Yani bir işletmeye, kuruma fayda sağlayayım benim de çorbada tuzum olsun fikrinden ziyade, ben yürüyen bir evrenim, kendi kendime yeterim zikri ağır basınca çarşı pazar karışıyor.
Kendimizi kutsadığımız, ilahlaştırdığımız bir sahada keyfe keder ilerleyebilmemiz mümkün değil. Zira bizimle birlikte bize eşlik etmeye niyetli, çoğu zaman da bize rakip düşmeye susamış başka putlarla yani rakiplerle karşılaşmamız kaçınılmaz olacak.
Bununla birlikte yetersizlik duygusu, kendini önemsiz hissetme, özsaygının yara bere içinde kaldığı ruh hali, beynin sağ ve sol lobunda toprak sahibi misali dilediğini ekip biçecek ve mahsul elde edecek.
Bu mahsulü birkaç haftalık kişisel gelişim programlarına katık edip daha fazla vitamin daha fazla enerji deyip moral depolayacağız fakat bu da kâfi gelmeyecek.
Hormonu bol olandan randıman alınmaz. Bunu da bu vesileyle öğrenmiş olacağız.
Ardından şöyle bir sendeleyip şapkayı önümüze koyacağız ve düşüneceğiz.
Bir tezgâhın tozunu yutmadan, yolunda yorulmadan, durup dinlenmeden kişiliğin gelişimine çanak tutabilir miyiz bunu bir soracağız kendimize.
Kuvvetle muhtemeldir ki sorduğumuz sorunun cevabı menfi yönde baş gösterecek. Ve bu durum uygun sorular ve zamanlamalarla doğru tarafa evrilmemize aracı olacak.
Ardından;
‘İlerleme sanatı, değişimin ortasında düzeni korumaktır. Ve düzenin ortasında da değişimi korumaktır.’ diyebilen Alfred North Whitehead ağabeye karşı Şirazi’yi konuşturup:
‘Hâlin bizim gibi olmadıkça, hâlimiz sana masal gelir’ demesini alkış tufanıyla göğsümüzde yumuşatacağız.
Öbür taraftan muhabbet eşrafından Sarı Çizmeli Mehmet Ağa:
‘Pederin balı çoktur, fakat çocuğunda yiyecek kabiliyet yok’ kıvamında sele tutulmuş rögar kapağı misali sekerek dikkat çekmeye değin ter akıtacak,
İki gözü Sadî ise:
‘Kısmetsiz avcı Dicle’de bile balık tutamaz; eceli gelmemiş balık, karada bulunsa da ölmez.’ diyerek son noktayı koyacak.
Öyle zannediyorum ki uyuşukluk halini girizgâh ve kesitlerle ortadan kaldırdık. İşin çetin tarafı bundan sonra başlıyor.
Zihin duruluğuna ulaşana kadar her gün bir şeyimizi bir gün her şeyimizi kaybedeceğiz belki de.
Peki, bu durum neyi değiştirir?
‘Otuz dokuz anahtarımın olması hiçbir şey ifade etmez. Bana yasaklanmış olan kırkıncı kapının ardında yatar arzu.’ diyemedikten sonra neyi değiştirir sorarım size!
Bazı zaferler uzaktan kazanılır. Bundan mütevellit otuz dokuz anahtar ve kırk kapıyı tutturdum yazının sonuna.
Her ne kadar Kurtlar Vadisi senaristi olmasam da otuz dokuz kere öldürüp kırkıncısında sürpriz yapmaya muktedirim diye düşünüyorum.
Sizler de benim bu duruşumu takdirle karşılarsınız kanaatindeyim.
Aksi olursa da çok gücenmem zira kibrit kadar kibri yakıp savuralı çok oldu.
Selâmetle…
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.