HUĞLU
Karşılaştığınız insanla samimiyetinizi koyulaştırıp da “sıkça seyahat eder misiniz?” şeklinde sorulduğu zaman buradan anlaşılan genelde “yöre dışı seyahatlerdir”. Üniversitede öğrencilerime bu soruyu sıkça sorarım ve bu sorunun karşılığında genelde yukarıdaki cevabı alırım. Eskiden Konyalı öğrencilerimden Konya dışına hiç çıkmamış olanlarına rastlar ve hayret ederdim.
Öğrencilerimi iyi tanımak için de ilk dersine girdiğimde doğduğu, yaşadığı veya gezdiği yerlerle ilgili sorular benim için önemli bir kaynak olurdu. Doğduğu yer bildiğim bir yöre ise değişik sorularla o öğrencimin kendi yöresini veya bölgesini tanıyıp tanımadığı teşhisini kolay yaparım.
Öyle veya böyle çok seyahat eden birisi olarak “yöresel, ülke içi veya ülke dışı seyahatler” bana çok şey kazandırmıştır. Yabancıları çok seyahat edenler olarak bilsek de onların dahi kendi ülkelerinin birçok özelliklerini bilmediği durumlarla çok karşılaşmışımdır. Bu yüzden de bir insan için esas olan değerin “öncelikle kendi bölgesini ardından da ülkesini tanımasıdır” derim.
Bu anlayışla fırsat buldukça seyahat eder, seyahat ettiğim yörenin kültürel değerlerini, etnik yapısını, yemeklerini, düğünlerini ve mesleğim gereği tarımsal yapısını tanımaya gayret ederim.
Bu sefer de bunlardan biri oldu. Uzun yıllardır Konya’da yaşamama rağmen şehrin güneyinin bazı yörelerini (Beyşehir dışında) tanımamıştım. Bu yüzden de Üzümlü, Huğlu ve Derebucak yörelerini gezme isteği doğdu. Ramazan Bayramından hemen sonra da bu isteğimi yerine getirdim.
Sabah çıktığım güzergahta öncelikle çok defalar gittiğim Beyşehir Gölü civarını gezdim. 2-3 yıldır gitmediğin Beyşehir İlçesi çok değişmiş, tam bir şehir havasına girmiş. Bu arada hep hayıflanarak gittiğim Beyşehir Gölü çevresinin turizm nimetlerinden yeterince istifade etmediğini yeniden gördüm. Bu bölge bence o kadar kıymetli ki, düzenli ve aklı başında bir proje ile yılda 100 binden aşağı turist çekmez. Bunun da yıllık değeri 100 milyon USD demektir. İşte kaynak.
Neler yapılmaz ki bu dünyanın en güzel yerlerden birisine. Yerli ve yabancı turistler için lüks oteller, gölde sörf, spor kompleksleri, doğa yürüyüş yolları, spor ve dinlenme kamp alanları, daha neler neler. Ama bir türlü olmuyor. Rabbimin bu yöreye güzel bir hediyesi olan gölü ve yeşil doğası inanılmaz güzel. Ancak Beyşehir ve civarı güzellikleri yüksek binalarla kapatılmaya çalışılıyor. Binalaşma gölün Kuzeyine ve Doğusuna doğru devam ediyor. Gölün güney tarafı sazlıklarla kaplı olduğu gibi, birkaçı hariç çoğu bakımsız, zevksiz, sıradan tesislerle kapatılmış. Buna rağmen Beyşehir Gölü güzelliğini yansıtmaya devam ediyor. Gölü ilk defa turkuaz renkte gördüm ve bu renk göle ne de güzel uymuş.
Gölün Güneyinden, tarlalar ve yeşillikler arasından silah sanayinin merkezlerinden biri olan önce Üzümlü ardından da Huğlu kasabasına geçtim. Üzümlü oldukça büyük ve güzel bir kasaba ama hakkında fazla bir şey yazamayacağım, zira burada fazla kalmadım. Huğlu’ya doğru yol aldım.
Üzümlü-Huğlu arasını dağ yolundan geçtim. Aman Allah’ım, ne manzara; yüksek tepeler ormanla kaplı, eğimli, dağlık ama yeşille örtülü yollar, küçük tarlalarda üretim yapan çiftçiler, şırıl şırıl akan küçük ancak temiz su çeşmeleri, çoğu kurumuş dereler veya suyu iyice azalmış su yolları. Yol kenarlarında, tarlalarda insanı gülerek selamlayan, ikramda cömert, samimi ve candan, dost insanımız.
HUĞLU HAKKINDA KISA BİLGİ
İnternette Huğlu hakkında şunları yazar. Beyşehir ilçesinin şirin kasabası olan Huğlu, Beyşehir'e 32 km Konya'ya 126 km uzaklıkta, Toroslar üzerinde 1410 m yükseklikte kayalık ve tarıma müsait olmayan bir yerde kurulmuştur. 6. yüzyılda Orta Asya'dan gelen ve hayvancılıkla uğraşan göçebe Türklerin bir kısmı 13. yüzyılda Huğlu'ya, diğer bir kısmı da Antalya il sınırı içindeki Fığla köyüne yerleşmişlerdir.
Huğlu halkı yaradılış itibariyle sanatkar ruhludur. Başlangıçta at ve öküz arabaları, su tulumbaları ve su değirmenleri yaparak hem çevreye hem de gelip geçen kervanlardakilere satmışlardır. Balkan savaşından sonra tüfek tamiri ve imalatı işlerine başlamışlardır. Demirin ve ceviz ağacının, usta eliyle şekillendirilip birleştirilmesi, sanatkar hüneri ve titizliği ile işlenmesi sonucu Huğlu tüfeği uzun yıllar boyunca beğeni toplamıştır. Huğlu kasabası vatansever, çalışkan, sanatkar ama mütevazı insanların bulunduğu huzur dolu bir Anadolu kasabasıdır.
İşte hakkında bunlar yazan ve en çok merak ettiğim yerlerden biri olan Huğlu’ya giriyorum. Ana yoldan Kasabaya dönüş yolunda bir tank karşılıyor. Kasaba biraz içeride. Elimde fotoğraf makinem meydandan sağda, yukarı doğru yürüyorum. Atletik yapılı, yakışıkı, spor giyimli 50’li yaşlarda görülen güleryüzlü birine selam veriyorum. Saygı ile selamımı alıyor ve beni ikramda bulunmak üzere davet ediyor. Esat kardeşim doğa tutkunu, motora biniyor, yanında ki torunları seviyor.
Bu arada Huğlu hakkında bazı bilgileri alıyorum. Hemen yanda temiz yüzlü bir Anadolu anasının gözetiminde orta yaşlı bir Anadolu kadını bulgur yapmak üzere kalbur ile buğday eliyor ve savuruyor. Üretim olmadığı için satın aldıkları buğdayla ihtiyaçlarını karşılıyorlarmış. Yöre hakkında aldığım bilgilere göre Huğluluya çalışıyor ya da emekli durumda.
Kısa bir sohbet sonrası şehri gezmek ve resimler çekmek üzere ayrılıyorum. Dar, temiz, bakımlı sokaklar çevresinde inanılmaz güzellikte cumbalı, boyalı ahşap kapılı, taş yapılar. Evlerin çoğu 50 yaşın üzerinde ve 2 şer katlı. Yanlarında yeni, 4-5 katlı ancak zevksiz betonarme binalar var. Kendi kendime soruyorum. Eskinin fakir insanlar mı daha zevkli, şimdikinin zengin insanı mı? Elbette eskiler diyorum. Durum ortada. Ancak 100 yaşlarında konak tabir edilen binaların çoğu yıkılmış veya yıkılmak üzere.
Yokuş aşağı köşeyi döndüğüm bir yerde duvar dibinde oturmuş 8-10 kadar gence takılıyorum. Komşularının düğünü münasebetiyle bir aradalar. Düğüne davet ediliyorum ve geleneklerini öğrenmek üzere daveti kabul ediyorum. Düğün sahibi açlığımı soruyor. Güzel Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi bu güzel davet beni çok duygulandırıyor. İşte cömert, saygılı insanım diyorum. Hele de menüde odun ateşinde pişmiş kuru fasulye, etli pilav ve salata varsa; hayır denir mi hiç.
Yemek öncesi düğüncülerle esprili görüşmelerim oluyor. Damadın “Al bağlama” törenine katılıyorum. Dualarla okunmuş sarı leblebi ikramı, ardından da damada yardım amacıyla törene katılanlarca para atış töreni gösteriyi tamamlıyor. Devamında gelin almaya gidilecek. Düğün sahibinin damadı, İzmir’de yaşayan Ali kardeşimin yakın muhabbetinde ve ilgisinde kalıyorum.
Düğün evinden saygı ve muhabbetle ayrılıyorum. En çok merak ettiğim silah yapımının tarihini ve silah fabrikalarından birini gezmek. Fabrikaları gezmek mümkün olmuyor ama Huğlu Kooperatifinin silah “show-room” unu geziyorum. Renk renk, desen desen, kabzası ve işlemesi el yapımı tarihi motifleriyle tüfekler ve gelecekte askeriyeye yapılacak modelli silahlar sergileniyor. Gerçekten ülkem ve bölgem adına etkileyici bir durum. Dağlık, kayalık, sapa bir yerde; mütevazi olduğu kadar üretici Huğlulu kardeşlerin bu gayretine sebep olan olayın hikayesini dinliyorum.
HUĞLULU MUSTAFA USTA
I. Dünya savaşında başlayan hikaye bugün okyanusları aşarak Huğlu'nun gerçek bir USTALIK markası olmasını sağlamış. Tüm dünyada bilinen Huğlu markası bugün yüzbinlerce kişi tarafından güvenle kullanılmaktaymış. Ustalığın basit bir beceri ifadesi olmayıp bu sözün ardında 100 yılı aşan bilgi beceri gelişim ve tecrübe yatmaktaymış.
BİR TÜFEĞİ HUĞLU YAPAN geleneklermiş. Yeniliklere ve gelişime açık, ustalıktan gelen tecrübeye her zaman saygı duyan kazasız atış vizyonu öncelikleri olmasını sağlarmış. Sözümü tutmak içinde birinci sınıf çelikten üretilen her bir tüfeğimizi güvenlik testlerinden geçiriyoruz. Asıl hikaye şöyle başlıyor.
I.Dünya Savaşı sırasından Mustafa isimli bir büyüğünün askerde ki görevi itibariyle silahlarla tanışması, av tüfeği sanatının doğmasına öncü olmuş. Huğlu insanının sanata ve sanayiye ve gelişime yatkın olması, bu büyüğümüzün silah tamirciliğini yaygınlaştırmasına, eski dolma tüfek ve silahların onarımını yaparak zaman içerisinde de imalatına başlamasının sebebiymiş. 1962 yılına kadar bireysel imalatçılık devam etmiş ve 16 kasım 1962 yılında 165 üyesi ile kurumsal bir yapıya bürünmüş ve bugün itibariyle dünyada bilinen ilk 10 üretici firma olan, kalitesiyle ünlü HUĞLU AV TÜFEKLERİ KOOPERATİFİ kurulmuş. Kendine güvenen sanatkar insanlar, yükseklerin ve gücün simgesi olan çift başlı kartalı kendilerine sembol etmişler. Kooperatifin kurulmasından sonra daha düzenli ve sistematik bir yapıyla ürün yelpazesi genişletilerek kalite daha yüksek seviyelere taşınmış. Tek kırma tüfek imalatı ile başlayan bu serüven, 1962 yılından sonra çifte, seksenli yıllara doğru süperpoze, doksanlı yılların başlarında da yarı otomatik ve pompalı tüfek imalatıyla devam ediyor.
Kasabada 3 fabrika faal durumda ve burada bulunan herkesin silah ve fabrikayla bağı var. Huğlu marka tüfeklerin % 80’ni başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Fransa'dan Norveç'e Lübnan'dan Botswana'ya, Şili'den Filipinlere kadar 50 nin üzerinde ülkeye ihraç ediliyormuş. HUĞLU MARKA OLMUŞ, MARKA. Görülen odur ki yeni gelişmelerle Türk Silahlı Kuvvetlerine de silah yapılacakmış.
Huğlu silah kooperatifi yönetim kurulu üyeleriyle konuyu tartıştık. Genç, dinamik ve heyecanlı “ustalık kokan” insanlar. Bana epeyce ilgi ve bilgi veriyorlar. Arzulu ve istekliler. Pompalı, çifte, dom dom kurşunu atan, havalı-havasız, eski horozlu, tekli ve çift borulu tüfekler in fiyatı 100 TL den başlıyor. Hele 1453 işlemeli el kabzası hatıra tüfekleri harika. İlgim onları çok sevindiriyor. 30 Ağustos ta avcılık silahları atış yarışmaları varmış, davet edildik. Uzak diyarlardan atışa gelen insanlarla büyük bir şölen yapılıyormuş.
Huğlu’nun saf, temiz ve gani gönüllü insanlarından zor da olsa ayrılıyorum. Yine dağ yolundan Derebucak ilçesine doğru yol alıyorum. Düz araziden sola, dağlara doğru Derebucak’a giriyorum.
Derebucak küçük, Üzümlü ve Huğlu kadar gelişmemiş bir yer durumunda. İlçeye sapmadan ki çok kısıtlı, bahçemsi arazilerde yetiştirilen kaliteli ürünler olduğu görülüyor. Beyşehir-Huğlu direk yolu da oldukça kaliteli durumda. Bu yol Konya-Antalya yolunun Akseki kavşağına çıkıyormuş.
Derebucak’ta durmadım. Ancak ilçe çıkışındaki çok sayıda oluktan akan buz gibi sudan içtim. Yolum doğruca kayalıklar arasından çıkan suyu görmek üzere “Balatini Mağarasına” geçtim. Derin bir vadi tepesinde buz gibi bir mağara. Su birkaç yerden kaynıyor ve Kocaçay Deresine akıyor. Dere küçük bir gölete bağlı durumda derenin alt kısmı göletten dolayı su ile kaplı. Mağaradan dereye yürüyerek indim ve çıktım. Yorucu ama oldukça zevkli.
Bu arada mağaraya gelen 10-12 km’lik yolun çoğu asfalt ve pres taşlarla kaplı. Derenin zirvesinden itibaren ise toprak yol ancak yukarıdan aşağı belki 300-400 mm yüksekliğe toprak da olsa araba iniyor. Yine Derebucak’tan mağaraya giden güzergahta mevcut yazlık dinlenme kampları mevcut. Düz platoda esinti ve serin, tertemiz bir hava mevcut. Kısıtlı topraklar pek işlenmiyor. Aslında yükseklik itibariyle buralar daha çok meyve üretimine uygun durumda. Verimli meralarda küçükbaş ve arıcılık da yaygınlaştırılabilir görülüyor.
Kısa ama oldukça zevkli bir seyahatti. Mutlaka gidilmesi ve görülmesi gereken yerler olarak değerli bulduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak bir de teklifim var. Hemen Üzümlü ve Huğlu kucağında olan Derebucak ilçesinin silah sanayi ile hiçbir ilişkisi yok. Derhal bir proje ile sadece Derebucak değil tüm yöre silah sektörüne dahil edilebilir. Burada önemli bir görev Belediye başkanımız Tahir Akyürek Bey’e düşüyor. Ulusal bir proje ile devletin de katkısı alınabilir.
Güzel ülkem, güzel vatanım, güzel yurdum, güzel insanım,
Sevgine, saygına, efendiliğine ve de fedakarlığına kurbanım.
Özetle ülkemizin her yöresinde kendine has özellikler ve güzellikler mevcut. Önemli olan da bu özellik ve güzellikleri ortaya çıkarıp ülkeye, bölgeye, yöreye kazandırmak olduğu kadar üretime, turizme, sanata ve sosyal hayata kazandırmak için çareler aranmalıdır. Konya için de aynı duygu ve görüşler geçerlidir. Önemli olan kazandırılacak yerlerin keşfedilmesi ve kazanmak için de yöreye uygun, uzun vadeli sistematik projelerle yeni atılımlara yol açılmasıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.