SAHİ, BİZ NE ZAMAN BU HALE GELDİK?
Ne çok özlemlerimiz oluştu, çocukluğumuza dair. Ne çok şey kaybetmişiz o günden bugüne. Düğünler, bayramlar gibi eğlence ve üzüntü şekillerimiz de değişti. Ya aşırılaştı, ya da yok oldu. Bırakın akrabamızı, mahallemizde, köyümüzde bir cenaze olduğu zaman televizyonlar kapanır, şarkılar türküler susar, cenaze sahibi gibi mahzunlaşırdık.
Sevdiğimize bir acı dokunsa, o acıyı yüreğimizde hisseder, onun gözyaşlarını silmek bir yana, onunla birlikte ağlardık. Vicdan ve merhamet sahibiydik.
Gözler ağlamayı unutup, zulümlere duyarsız kalan vicdanlar körelmişken, gönüller rehavete düşüyor, olanlar görmezden geliniyor. Müslümanız ya, Hz. Peygamberin ümmetiyiz ya, O kutlu Peygamber “kendisi tokken komşusu aç yatan bizden değil” derken, kendinden başkasını düşünmeyip tok yatar, açların halinden anlamaz olduk.
Egomuzun yükselmesi ve insafımızın yok olmasıyla, vahşet almış başını gidiyor, hayvanlara bile işkence yaparak öldürüyor ve bundan da zevk alıyoruz. Sabırsızlıkla trafikte kul hakkı yiyor, “gemisini kurtaran kaptan” diyerek, hoşgörüyü bir yana bırakıp, vahşi hayat kurallarını uygulamaya kalkıyoruz. Yani her şey bizim istediğimiz gibi olacak, “benden sonrası fırtına boran” diyecek kadar benciliz. Bencilliğimiz o kadar haklı çıkartıyor ki bizi, istediklerimiz veya önceliğimiz olmadığı zaman öfkeye kapılıyor, o bir anlık öfkeyle de birbirimizi yiyoruz.
Büyüklere saygı kalmamış, bırakın saygıyı, evlatlar, ana babalarını emekli maaşları için dövüyor, yerlerde sürükleyip öldürebiliyorlar. Yetim hakkı ve devlet malı yemek hak sayılıp, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” felsefesi güdülüyor ve bu bir meziyet gibi ulu orta konuşuluyorsa, vah ki bize vahhh.
Hepimiz Müslümanız ama gereğini yerine getirmeyiz. Cenab-ı Hak emreder biz o emirlere gözümüzü kör, kulağımızı sağır ederiz. Ne buyuruyordu Cenab-ı Hak? “İşi ehline verin.” İşte bu ayeti de göz ardı edip, hep kayırmacı zihniyetine sahip olmuşuz. Eşimizi dostumuzu, anamızı bacımızı, “işin ehli mi, değil mi?” diye bakmadan bir makama getiriyor, işi bilen liyakat sahiplerini işsiz bırakıyor, işi bilmeyen liyakatsizleri makam mevki sahibi yapıyoruz.
Bencilliklerimiz, samimiyetsizliğimizi en üst noktaya çıkardı, riyakârlığımıza büründük. Cahilliğimizi kabullenemiyor, hiçbir şey bilmezken, egomuzla her şeyi bildiğimizi zannediyoruz.
Artık kimse kimseye güvenmiyor. Güven duygusu da kayboldu. Herkes birbirinin kuyusunu kazma derdiyle birbirinin dedikodusunu yapıyor. Kimse kimseye güvenip sırtını dönemiyor. Menfaatlerimiz bitince, hayatımıza anlam katan insanları bile bir anda silmekten korkmuyor, arkasından konuşmaya başlıyoruz.
Herkes ya ayakta uyuyor ya da oturdukları yerden çöküşü seyrediyor. Neyin çöküşü derseniz, insanlığın, yok olan merhametin ve kardeşliğin çöküşüdür. Çöküntüye uğrayan bu hasletlerle bencilleştiğimiz kadar, yalnızlaştığımızın da farkında değiliz.
Aslında hepimizde biraz da olsa bunun gibi davranışlar var. Kendimizde ki o büyük kusuru görmezden gelip küçümsüyor, sonra başkalarının kusurunu arıyoruz, bazen de kendimizde olan o küçümsediğimiz büyük kusur için “Bu kadar kusur, kadı kızında bile olur” diyerek kendimizi aklamaya çalışıyoruz. Sonra da “nerde kaldı bu hasletler?” diye diye ahh edip, iç geçiriyoruz.
Öyle bir hale geldik ki, eskiden “adam gibi adam arardık,” şimdi “adam olsun yeter” diyerek, Romen Diojen gibi “elimizde fenerle insan arayacak” hale geldik.
Kimse kimseyi yargılamasın. Hiçbirimiz “sütten çıkmış ak kaşık” değiliz. Hepimiz bunlardan sorumluyuz. Hepimiz bunlara benzer durumları kendimizde barındırıyoruz. Bunlar bende yok deseniz bile “emri bil mağruf, nehyi anilmünker” yapmadığınız için bile sorumlusunuz, suçlusunuz.
Hepsi bir sorumluluktur ve bundan kimse kaçamaz. Sorumluluktan kaçacağını zanneden vah benim zavallı insanlığım, vah benim zavallı Müslüman’ım, vah ki vah.
Allah’ım sonumuzu hayr eyle, bizi gafletten uyandır, yolumuzu merhametsiz ve hayrsız insanlara çattırma…
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.