Sessizliğin sesine meftun olalım
Hayat sahnesinin en önünde yer alma gayretimiz bir an olsun soluklanmıyor. Dur durak bilmeden, nereye varacağımızın bilincini yitirmiş bir vaziyette, şakaklarımızdan top top ter akıtarak yol arşınlamanın bilinmezliğini yaşıyoruz. Hayatı yaşamaktansa itinayla ıskalamanın daha elverişli ve gelecek vadeden bir uğraş olduğu fikir kalıbını cilalayarak, bu hususun en kapsamlı tarafını icra ediyoruz.
Obeziteyi insan biyolojisiyle özdeşleştirip manevi şişkinliği göz ardı ederek kusursuz olduğumuzu zannediyoruz. Uyumsuz, inkârcı, arsız, dejenere, bitmiş bir uzantının basit bir parçası olduğumuzdan haberimiz bile yok.
Sosyal hayatta güdük kalmamak adına arabaların korna sesine, motorların gıcırtısına, iş makinalarının manasız gürültüsüne dünden razı bir vaziyette hay hay deyip, onların anlamsız varlığını kabullenmek durumunda kalıyoruz.
Ağacın yeşiline, bitkinin endamına nazar etmeyi basitlik ve dahi meczupluk belleyip, insan doğasının biriciklerine arkamızı dönmeyi kutsal farkındalık addediyoruz.
Muhabbetli ve izzetli alışkanlıkları rüküş görüp, içimizin almadığı ve içimize sığdıramayacağımız alelade eylemlere atadan miras kandırmacasıyla onay mührü vuruyoruz.
Yaşantı oburluğunun yılmaz savunucuları olarak bizler heybeye gelip geçici azık doldurmayı pek iştahlı yapıyoruz. Bir dağın yamacında kendimizi rüzgârın narin dokunuşlarına bırakmayı ciddiyetle reddediyoruz.
Köyün toprağına burun kıvırıyor, kasaba halkıyla aynı kaldırımda yürümeyi dahi kabul etmiyoruz.
Bu noktada göğün mavisiyle aramıza giren gökdelenleri büyük pay sahibi görüyorum.
İhtişam ve zarafet adı altında allayıp pulladıkları, dışı ayrı bir dert içi ayrı bir hengâme olan çilehanelerin özümüze karşı ‘Fransız’ kalmamıza sebep olmalarına yitik mal muamelesi gösterme arzumuz kendini tazeleyerek devam ediyor.
Tam da bu sebeple düşünmek savaşmaktır düsturuna işlerlik kazandırmamız gerektiğini düşünüyorum.
Bariz bir şekilde görülüyor ki aklın heva ve hevesleri eşliğinde çıkılan yolda devamlılık mevzu bahis değil. Sebebi, yeter olanı çok az bulduğumuzdan mıdır yoksa hiç olana tam dediğimizden midir bilmem.
Yoksa büyük mütefekkirin ifadesiyle: ‘İnsanlar sevilmek için yaratıldılar. Eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni; eşyaların sevilmeleri insanların kullanılmasıdır.’ tespiti sebeplerin en okkalısı olabilir.
Ya da istek ve ihtiyaç kavramlarını kafamızın içinde net bir zemine oturtamadığımızdan kaynaklı bir meddücezir de yaşıyor olabiliriz.
Malum bizim toplumumuzda telefonun arka kısmındaki logonun göze çarpıp akabinde gözü kamaştırması bir ihtiyaçtır. Bu olmadan toplumda bir fert olarak spesifik bir konuda hak sahibi olabilmemiz mümkün değil.
Gittiğimiz bir mekânda masanın üstünde ışıldayan bir araba anahtarının olmaması bizler için çok kıymetli bir üzüntü sebebi. Bu ihtiyacımız karşılanmadığı vakit kendimizi toplum nazarında kabuğundan sıyrılmış bir elma gibi hissederiz.
Üzerimizde durmayan gömlek, bileklerimizde ve boynumuzda hissetmediğimiz o tılsımlı koku bir uzvumuzun kaybıyla eş değer.
Takamadığımız o lüks saat zamanın boşluğunda bizi yoğurup bir kalıba koymaya uğraşıyor sanki. Punduna getirip takma imkanını buluğumuzda ise kartlar yeniden dağıtılıyor ve rövanş almışçasına sırıtıyoruz.
Evet,
Sayıp dökmelere son vermekte yine zorlanıyorum.
Lakin bu durumdan ziyadesiyle memnunum. Sarrafın terazisi, münekkidin kalemi farkındalığını her koşulda hissettirip, zihinlerin betimlemesine vesile olmak benim için paha biçilemez bir yaşantı hali.
Son olarak her ne olursa olsun güneşin, ayın ve yıldızların rekat rekat doğup battığı yerde ümitsizliğe yer yok diyerek sessizliğin sesine meftun olmaya davet ediyorum.
Ve ekliyorum,
Susuzluğunu gidermek isteyen, kulağını dostun çeşmesine uzatsın ve oradan kana kana işitsin.
Selametle…
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.