YALNIZLIĞIN VE HÜZNÜN KALBİNE YOLCULUK
‘Afrika’nın Yapayalnız Lalesi’ 1986 doğumlu Engin Elman’ın ilk hikaye kitabı, Hece yayınlarından çıkmış, 80 sayfalık kitapta(9 sayfayı da düşersek 71 sayfa) 13 hikaye yer alıyor, yani kısa hikayeler okuyacağımızın habercisi bu durum. Okurda kitabı ilk defa eline aldığı zaman adeta bir şiir kitabına dokunmuş hissi uyanıyor, ince bir kitap ‘Afrika’nın Yapayalnız Lalesi’.
Kitabın kapağında siyah bir fon ve silik lale fotoğrafları. Bize zayıf, cılız kara kuru insanları çağrıştıran bir ülke Afrika, yanında ‘yapayalnız’ kelimesi: yalnız değil, vurgulu bir şekilde ‘yapayalnız’. Lale çiçeği ise asil, aşk ve zarif anlamlarını taşımaktadır. Sadece ilkbahar aylarında görülen lale, gururlu bir çiçek olarak bilinir. Lale insana rahatlık, sıcaklık ve huzur veren bir çiçektir. Kitaptaki aynı adlı hikayede tüm bu çağrışımların yerini bulduğunu görecektir okuyanlar ve okuyacak olanlar da. Hüzün ve yalnızlıkla sarmalanmış hikayelerle karşılaşacağımızın izi bu ilk intibalar.
Engin Elman her şeyden önce bir öğretmen, hemen her yaştan her kesimden insanla içli dışlı olan ve toplumuzda ‘insan sarrafı meslekler’ arasında görülen ‘kutsal’ mesleğin neferi. Elman; Anadolu şehri Erzurum’da doğmuş, üniversitede edebiyat bölümü mezunu, Kürt dili ve edebiyatı alanında yüksek lisans ve sinema akademisinde sinema alanında çalışmalar yapmış. Elman, hikayelerinde biyografisindeki bu geniş ilgi ve uğraşı alanlarından yararlanıyor: Yer yer Kürtçe ithaf, sesleniş ve hitaplar, tasvirlerde kamera çekim tekniği vs. Elman kişi ve mekan betimlemelerinde olanı olduğu gibi gösteriyor, bunlardan mana çıkartmak okura bırakılıyor. Bolca yer verilen betimlemeler süslü cümlelerden, uzun ve bıktırıcı tamlamalardan uzak, yerli yerinde, anlatılmak istenileni etkileyici bir şekilde yansıtıyor. Kısa cümleler ve sade anlatımla da ifadenin kuvvetli olabileceğine tanıklık ediyoruz.
&&&
Kitabın ilk hikayesi olan ‘Bir Film Karesinin Tasviri’nde kamera boş ve dağınık bir odayı çekmektedir. Okura aralanan kapının ardında ne olduğu merak ettirilir giriş cümlesiyle. Görünürde ne bir kişi, ne bir hareketlilik vardır, sadece kameranın merceğinden yansıyan eşyalar, bu eşyaların anlatıcıda uyandırdığı intibalar. Daha ilk hikayeden gözle görülür bir kelime tasarrufu okurun dikkatini çekecektir.
‘Bakır Çaydanlık’ edebiyatımızın yüz aklarından Sait Faik Abasıyanık’ın unutulmaz hikayesi ‘Semaver’ini çağrıştıran naif bir metin… Zarife nine 84 yaşında, köyde tek başına yaşamını idame ettirirken şehirde öğretmen olan oğlu onu yanına alır. Köy huzur dolu, küçük şeylerden dahi mutlu olunan, güzel hatıraların biriktirildiği bir yaşam alanı olarak gösterilirken, şehir bu güzelliklerin ve küçük mutlulukların uzağında olumsuz bir yer olarak konumlandırılıyor hikayede. Nitekim Zarife nine şehre alışamıyor, yeniliyor şehre. Yazarın cümlelerinden şehir lehinde bir taraf tuttuğunu rahatlıkla görebiliriz. Her bireyin ait olduğu, rahat ettiği, nefes aldığı bir coğrafya, bir kök vardır ve buralardan koparılmamalıdırlar. Her nereye gidersek, nerede yaşamak zorunda kalırsak kalalım özümüz, özlemlerimiz, alışkanlıklarımız da bizimle gelir, bu ‘hal’e ket vurmanın neticesinde yaşam son bulur, nefes kesilir.
‘Baba’ figürüne hikayeciliğimizde çok rastlarız, ‘baba’ saygı duyulan, evin ve yaşamın temel direklerinden biri olarak gösterilir. Engin Elman da ‘Baba’ adlı hikayesinde dinlenme tesisinde çalışan kahramandan hareketle, hastanede yatan bir babayı odağına alır. Gece saat 03.47’de aldığı bir telefon mesajıyla babasının yanına, hastaneye gitmek zorundadır kahramanımız. Birazdan tesise gelecek otobüsleri beklerken oda arkadaşını, çalıştığı yeri, hayatın zorluklarını düşünür. Babanın da çocuğunun da ismi verilmez hikayede, kitaptaki diğer pek çok hikayede olduğu gibi. Babanın sonu Zarife nineninki gibi, üzücüdür.
‘Kesik Yankı’da bir kadınla erkek arasında geçen konuşmalardan mürekkep bir film çekimi anlatılır. Kameranın altın nokta olarak düşünülen yere sabit bir plan üzerinden konumlandırılması, sağa sola herhangi bir pan hareketi yapılmaması gibi çekim tekniği terimleri de eşlik eder hikayeye.
‘Afrika’nın Yapayalnız Lalesi’nde en beğendiğim hikaye olan ‘Leyla Gazeli’ kalabalık bir belediye otobüsünde başlar. İsmi verilmeyen kahramanın elinde bir kitap poşeti, kafasındaysa; ‘annem yine kızacak bu kitaplar ne, yine mi kitap aldın diyecek, kapıcıya vereyim annem yokken getirsin’ endişesi. Tıkış tıkış otobüste bir kadın görür, daha önce de gördüğü bir kadındır, tanımadığı kadının ismini Fuzuli’nin ‘Leyla ile Mecnun’undan mülhem Leyla kabul eder. Yolculuk boyunca kadın hakkında iç konuşmalar yapar, hayallerine belli başlı felsefeciler de eşlik eder, şu satırlar koca bir felsefe tarihi özeti gibidir; ‘Sokrates, Leyla bir rüyaydı, diyor. Platon, Leyla bir gölgeydi, diyor. Aristo, Leyla akılsız biriydi, diyor. Descartes, düşünürsen Leyla var olacak, diyor. Konfüçyüs, Leyla bugün var yarın yok, diyor. Heidegger, Leyla bir patikadan atacak seni, diyor. Marx, Leyla menfaatçiydi, diyor. Hegel, Leyla seni aldatacak, diyor. Derrida, Leyla sana dert olacak, diyor. Kant, Leyla ahlaksız bir ödevdi, diyor. Freud, Leyla bastırılmış şehvetindi, diyor. Nietzche, Leyla varacak bir piçe, diyor. Foucault, Leyla düpedüz bir fahişeydi, diyor. Herkesin gözü Leyla’da. Defolun hainler! Kabul etmiyorum hiçbirinizi. En son Fuzuli çıkıp geliyor. Kıramıyorum hatırını. Ellerimi tutuyor. Sırtımı sıvazlıyor.’ Kahramanın seçimi, Elman’ın ezeli meselemiz Doğu-Batı ikilemindeki tarafını da faş eden bir tercih. ‘Leyla Gazeli’nin sonu da hazin bir şekilde biter.
Kitaba da ismini veren ‘Afrika’nın Yapayalnız Lalesi’nde fakir ve zor şartlarda yaşayan bir ailenin direği annenin çocuğunu aldırmak istemesi, Alevi bir kadının anneyi bundan vazgeçirmesi, doğan çocuğun hikayesi anlatılır. Çocuğun ismini amca ‘Lale’ koyar, kimse isimden memnun kalmaz, ismi beğenmezler fakat seslerini de çıkarmazlar. Lale, amcanın gençliğinde aşık olduğu bir kızın ismidir aynı zamanda. Küçük bebek, doğduğunun 23. gününde ölür, anlatıcı konumundaki kardeş ölümü yeterince istenmemeye ve sevgisizliğe bağlar, kardeşinin ölümünü bir türlü kabullenemez, sürekli ölen kardeşini hatırlar. Hatta Lale isminde bir sevgilisi olsun ister, bulamayınca çıktığı kızlara Lale ismiyle hitap etmeyi önerir ama hiçbir kız bu teklifi kabul etmez. Keder bir kez daha otobüs yolculuğunda, anlatıcı pozisyonundaki kardeşe eşlik eder. ‘Afrika’nın Yapayalnız Lalesi’ kitabındaki pek çok hikayede otobüs yolculukları ve bu yolculuklarda yaşanan yoğun duygular önemli tutulmuştur.
‘Masumiyet Karinesi’ adlı hikayesinde Elman aksiyon tarafı güçlü sürükleyici öyküler de yazabileceğini ispatlar, evli bir çift arasındaki gerginlik gittikçe artan bir heyecanla anlatılır. Bu tarzda yazılmış tek hikayede, yaşananların rüya olması klişesi riskine girilmesi hikayelerde olaydan ziyade duruma ve duygulara önem verildiğini imliyor.
Engin Elman yaşam ve felsefeye dair karşılıklı konuşmalardan müteşekkil iki hikayesiyle sahici diyaloglar ortaya koymayı başarır. Bildiğimiz üzere diyaloglar; kurgusu, dili ve anlatımıyla başarılı bir hikayeyi mahvedebilecek etkide önemli bir yapı unsuru.
Kitabın son hikayesi ‘Çocuk ve Allah’ta yine bir yolculuk bekler okuyucuyu, ama bu kez otobüste değil arabada gerçekleşen bir yol hikayesi. Baba ile çocuğu arasındaki konuşmalarda çocuk, babasına sürekli sorular sormaktadır, ısrarcı ve detaylı bir tarzda, Allah’ı tanımaya dönük bir merak başroldedir sohbette. Çocuğunun soruları sayesinde babanın Allah’ı hatırlamaktan ne denli uzak bir yaşam sürdüğü sonucuna varması ile hitama erer hikaye.
Engin Elman toplumda her an karşılaşabileceğimiz insanları, iç içe bulunduğumuz duygu ve düşünceleri konu alan hikayeleri kısa cümlelerle, sade bir tarzda anlatan başarılı bir eser ortaya koymuş ve ikinci hikaye kitabını merakla beklememize kapı açıyor.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.