Sabredemiyoruz
Evde aile bireylerine, çalışırken mesai arkadaşlarımıza ve muhataplarımıza, trafikte yayaya, sokakta çarşı eşrafına ve dahi çoklu ilişkilerde muhtelif kişilere karşı tahammül seviyemiz hiç olmadığı kadar azaldı.
Suratlar asık, moraller sıfır,
Bellekler dolu, zihin sıkışık,
Saygı hak getire, sevgi sahte…
Bireyin benden bana doğru yani kendisinden yine kendine doğru arşınladığı yol çok çetrefilli.
Yolun çetrefilli ve tek atımlık tabanca oluşu bireyi hiç olmadığı kadar sabırsız ve bencil kılıyor.
Kapitalizmin es vermeden insanın pamuk ipliğine bağlı duygularını okşaması da sabırsızlığa kapı aralayıp kişiye gel gel yapıyor.
Hâl böyle olunca insanın maddi materyallerden elde edilmiş her yanı birbirine denk düşen söz gelimi kare biçimli objelere sırtını dönmesi hiç de kolay olmuyor.
Ben bu noktada sabra karşı söz de samimi niyetleri çok çiğ buluyorum.
Bu çiğliği somutlaştırıp sabrı ekonomik düzen dahilinde ve anlayış çerçevesinde ele alacak olursak şunları söyleyebiliriz:
Sistemli, kurallı, kayıtlı, tanımlı, yenilikçi, rekabetçi sanayi üretimine ve yüksek katma değerli ihracata dayalı bir ekonomi olmayınca, geçimimiz;
-Esnaflık, işportacılık, aracılık, simsarlık ve komisyonculuğa,
-Galericilik, emlakçılık, taşeronluk ve servisçilikten kazanmaya,
-Döviz ve faizdeki dalgalanmalara göre pozisyon alıp fırsat kovalamaya,
-Kaygan piyasa zemininde kıvrak manevra becerisi, keskin koku alma duyusu ve bıçak sırtı kâr ve zarar hesapları gözetmeye bağlı oluyor ne yazık ki.
Manen ele alıp ortaya koyacağımız vakit Sadettin Ökten Bey’in tespitine kulak verelim derim:
‘İnsan için hayattaki en büyük problem, inandığı değerler ile yaşadığı hayat biçimleri arasında bir mutabakat bulunmama veya bir çatışma olması hâlidir. Bu hadise her türlü maddî yokluğun ötesinde büyük bir azap kaynağıdır.’
Buradan böylece hemen ata diyarına uzanıp onları dinleyelim:
-Şems-i Şita’ya (Kış Güneşine)
-Sükûnet-i Derya’ya (Denizin Durgunluğuna)
-İltifat-ı Umera’ya (Amirlerin İltifatına)
-Nasihat-ı Ada’ya (Düşmanın Nasihatına)
-Cilve-i Nisa’ya (Kadının Cilvesine)
Güvenmeyesin ki sabrın yozlaşıp sırpatlaşmasın.
Zahiren iki kaldıraç bütünlüğüyle ve emsallerle neden sabredemediğimizi arz etmeye çalıştım.
Durup düşünen ve sonra sindiren için alınası, imrenilesi sayısız albeni var.
Bunun içinde bir reçete biçilmiş ve usûl erkân öne koyulmuş.
Dilin okuması kıraat, aklın okuması tefekkür ve kalbin okuması hayattır denilmiş.
Dil okur onlarcasını belki de yüzlercesini.
Yetmez der akla havale eder. Akıl tefekkür rahlesinde döndürür okunan onca şeyi.
Ve nihayet kalbe emanet edilir bunca merasim.
Sonrası malûm.
Fiiliyat ve sonuç.
İnsan, geldiği soyun değil, yaşadığı ortamın ve alışkanlıkların çocuğudur der İbn-i Haldun.
Yaşadığımız ortam ve alışkanlıklarımız bu hiyerarşiyi bize uygulatacak olursa ve çeşitlilik var ederse el değmesin keyfimize, aliyülâlâ.
Aksi düşünüldüğü vakit İbn-i Haldun’un da belirttiği üzere soyun seni kurtarmaz ve kutsamaz.
Neysen ve neye niyetlendiysen osun.
Biz de böyleydi biraz daha, hiç görülmedi al az daha mevzuu iş görmez.
Diretirsen rezil rüsva olur kenara oturursun.
Akabinde kendi kendini muhasebe etmeye kalkar noksan bulamazsın, topa tutulacak adam ararsın.
Evet dostlar,
Görüldüğü üzere sabrı sınava tabi tutup sabrını sınıyoruz yine sınıfta kalıyor.
Gerçek kadar rüya düş kadar gerçek bir olay değil mi?
Sabır da biraz naz yapıyor bence.
Sen bilmezsin sensizliğin sessizliğini diyerek biraz nutuk atsak hemen yanı başımızda belirir mi acaba?
Sanmam.
Zira birazcık merdümgiriz ve münzevi bir yapıya sahip.
Hadiselerle temrinde bulunup buyur etmek lazım herhalde.
Ve Cahit Zarifoğlu’nu anarak bitirelim yazımızı:
‘Gönül sabır ile harman olmadan, nasip ile buluşmazmış.’
Selâmetle…
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.