Yusuf Alpaslan Özdemir

Yusuf Alpaslan Özdemir

Estetikten yoksun bir Edebiyat

Estetikten yoksun bir Edebiyat

Aslında güzelim ‘hikâye’ kelimesi dururken ‘öykü’ kavramını kullanmak hiç mi hiç hoşuma gitmiyor, lâkin mevzu bahis ettiğim yazılardaki/mecralardaki başlığın “öykü” kelimesini içermesi elimi kolumu bağlıyor. Sadece başlıklar mı, belli dergilerin isimleri de aynı tercihlerde bulunuyor: Hece Öykü, Post Öykü… Türk Edebiyatı ve Söğüt dergileri bu noktada müstesna bir yerde duruş sergiliyorlar, kutluyorum. Hele de Refik Halid, Ömer Seyfettin gibi dilimizi doğru ve başarılı bir şekilde kullanan ediplerimizin yazdıklarına da ‘öykü’ denmesi kabul ve tahammül edilmesi namümkün bir seçim.

‘Öykü’ tarafını seçen geniş zümrenin önemli bir ferdi de özellikle genç hikâyecilerimizin büyük değer verdikleri, sözüne baktıkları çalışkan ve başarılı kalemimiz Necip Tosun. Başında D. Mehmet Doğan gibi Türkçenin yılmaz savunucusu değerli bir ismin bulunduğu TYB’nin kültür sanat yıllıklarında bölümün adı/ana başlığı “hikâye”dir ama Tosun, ısrarla metnine de, yazısının başlığına da “öykü” demeyi tercih eder.

Bu uzun izahattan sonra asıl konuya geleyim. Post Öykü ve Hece gibi dergilerimizin başında yer alan kısa haber ve değerlendirmeler nev’inden numuneleri okuyor musunuz, dikkatinizi çekiyor mu?

Mustafa Aplay ve Bartu Çay işbirliğinde vücut bulan “Öykücünün Gündemi” kültür sanat dünyasından sadece haber vermekle kalmayıp, içeriğe uygun eleştiri ve ironileri, kulis haberleri ile dikkatimi celbediyor. Meselâ şu haberdeki ince kinayeye dikkatinizi çekmek isterim; “İthaki Yayınları, editör ve tasarımcıların isimlerini künyeden çıkarması ile ilgili gelen tepkilere bir kamuoyu açıklaması ile yanıt verdi. Bu son açıklamayla birlikte yılda 11 defayla en çok kamuoyu açıklaması yapan yayınevi olarak tarihe geçen İthaki, kırılan rekorla ilgili yeni bir kamuoyu açıklamasına hazırlanıyor.” (1)

Aplay ve Çay yeri geldiğinde teşekkür etmeyi de ihmal etmiyorlar hazırladıkları köşede. Misal; Azra Kohen’i kovan Everest’i tebrik etmişler temmuz ayı ‘Öykücünün Gündemi’nde.

“Notos’un 100. sayı seçkisi derginin ne zaman irtifa kaybetmeye başladığını da fâş ediyor, Mona Rosa şiirinin ilham kaynağı Muazzez Akkaya’nın son zamanlardaki değer düşüren çıkışlarına bir son vermesi gerek, Türk öykücülüğündeki barış rüzgârları ve normalleşme adımlarından dolayı genç öykücülerin rahatsız olduğu- haklı oldukları için uygun fırsatı kolladıkları gibi bıyık altından gülümseten yorumlar yanında Post Öykü’nün kapsamlı bir Türk öyküsü dosyası hazırladığı nev’inden müjdeli haberler, M. Sadık Aslankara ve Deniz Yüce Başarır’ın YouTube’da erişime açtıkları edebiyat tarihi açısından ilginç videolar gibi ıskalanmaması gereken ve her yerde bilgisine ulaşamayacağınız türden duyurular biz okur yazarların dünyasına renk katıyor kanaatimce.

ROMANLARIN DÜNYASI

Sıcak havalar, tatil yüzünü gösterdiğinde benim açımdan roman okumak bambaşka bir hâl alır. Son olarak Ayfer Tunç’tan ‘Kuru Kız’, tanınmış yönetmen Ferzan Özpetek’ten ‘Saklı Yüz’ü ve Cem Sancar’ın daha evvel okuduğum, bu sütunlarda kısaca bahsettiğim ‘NasReddin’ ini yeniden okudum (3).

Her üç romanda da kurgu, mesajlar; merkezdeki kadın karakterin çevresiyle yahut ailesiyle mücadelesi, özgürlüğüne sahip çıkışı, miras kalan bir ev sayesinde hayatlarına istedikleri gibi yön tayin etmeleri gibi benzer nitelikler haiz. Her biri bağımsız yazıları, ele alınmayı ziyadesiyle hak eden bu romanlar kurgu eserlerin yapıtaşlarından sahicilik, diyalogların inandırıcılığı, sürükleyicilik gibi meselelere de somut örneklikler sergileyerek meraklı ve dikkatli okurda adeta bir roman atölyesi çalışmasına katılma hissi uyandıracaktır, bir taşta iki kuş yani!

Usta kalem Ayfer Tunç ‘Kuru Kız’ adlı romanında başlıktan başlayarak dil ve anlatıma uzanan netameli çizgide işinin hakkını veriyor. Hem kız kurusu olmayı, hem de aşırı zayıf bir vücuda sahip olmayı bünyesinde barındıran isabetli başlık seçimi, romanın içeriğini de tam mânâsıyla kuşatıyor. Tunç; sıradan meseleleri anlatan her yazarın karşısına çıkabilecek sıradanlaşma tuzağından ustaca sıyrılmasını biliyor, üstelik bunu son derece sade/süssüz bir üslûpla başarıyor.

Mustafa Özel’in kaleminden çıkan roman türüne dair çalışmalarla (4) bize gösterdiği romanın sadece romandan ibaret olmadığı, bir romandan nice inceleme kitabına taş çıkartacak hükümler edinilebileceği gerçeğinden mülhem Kuru Kız da okura bireylerin birbirleriyle münasebetleri, menfaatin hemen hemen her bireyin önceliğinde olması, ‘başkası ne der?’ putunun açabileceği yaralar… sosyolojik bulguları tesirli bir dille anlatması veçhesiyle de etkileyici bir roman.

Ehil kalem Kemal Gündüzalp’in Notos’taki yazısını okurlarıma salık vermeden geçmiş olmayayım bu arada (5).

Tanınmış yönetmen Ferzan Özpetek’in ‘Saklı Yürek’inde de olaylar, bir kadın kahramanın etrafında yol alıyor. Babasını kaybetmiş, annesiyle arızalı ilişkiler sarmalındaki bir kadının bir anda karşısına çıkıp gelen teyzesi marifetiyle hayatının kökten değişmesi, geçmişine dair sarsıcı detayları öğrenmesi yine sade bir dille anlatılıyor. Lâkin kızın her işinin inanılmaz bir şekilde rast gitmesi, tüm sorunların adeta bir sihirli değnek değmişçesine hallolması okurun inandırıcılık sorunu yaşamasına ve karakterle yeterince bağ kuramamasına/bütünleşememesine neden oluyor.

Kitabın satıldığı mecralarda ‘Türk Edebiyatı’ bölümü haricinde sınıflandırılmasını yazarının İtalya’da yaşamasına, İtalyan vatandaşı olmasına ve romanı İtalyanca yazıp Neval Barlas tarafından Türkçeye çevrilmesine bağlayabiliriz. Bu hususiyetlerden mütevellit, Özpetek’in yeterince tanımadığı ve hissedemediği bir toplumu asıl dinamikleriyle değil, yaşadığı ülkenin şartlarına göre ele aldığını da hiçbir tereddüte mahal vermeden iddia edebilirim.

Sonuç olarak “Saklı Yürek”; vurguladığım bu handikaplarından dolayı anne kız ilişkilerinin, sevgi-aşk ve ihanetin anlatıldığı kısımların yapay kaldığı, sahicilikten uzak zorlama bir roman olmuş. Yazarın ait olduğu gürûhun sahip çıkma aksiyonundan mürekkep kitap hakkında kurdukları dozajı yüksek yorumlara pek de itibar etmemek gerekiyor, en azından benim burada ifade etmeye çalıştığım aksaklıklara hiç mi hiç değinmiyorlar yazılarında.

Tecrübeli gazeteci ve yazar Cem Sancar’ın ‘Bana Damdan Düşeni Getirin’ alt başlığıyla edebiyat dünyamıza kazandırdığı ‘NasReddin’ ise günümüzün ışıltılı sosyete ve eğlence dünyasının iç yüzü ile edebi muhitlerdeki kamplaşmayı göstermesi bakımından etkileyici olduğu kadar öğretici ve dahi şaşırtıcı bir kurgu denemesi.

Tesadüfen tanıştığı güzeller güzeli ama ruh hastası, hırslı bir kadının oyuncağı olan arayıştaki adam Nas’ın saflığı ve tecrübesizliğinden kaynaklı hata ve yanlışlarla dibe vurması, girdiği bu cendereden, yaşadığı onca büyük güçlükten nasıl çıktığı romanın ana meselesi.

Dünden bugüne ve yarın da hep insanlıkla beraber yaşayan ve yaşayacak olan nefis mücadelesi, menfaatçiliğin, maddiyata düşkünlüğün sarsıcı yıkımı, dünyanın gerçekten ne(ler)den ibaret olduğu mevzuları akıcı bir dille anlatılıyor romanda. ‘Nasreddin’de yer verilen göndermeler, edebi mülâhazalar Selçuk Altun tarzı romanları hatırlatsa da Sancar’ın kurgu müdahaleleri ve kavram seçimleri Nasreddin’i her kesimden insanın okuyacağı ve anlayabileceği bir konuma taşıyor.

Hasılı vel kelâm roman, vakti zamanında birlerinin sandığı gibi boş zaman eğlencesi, hayalden ibaret bir tür değil. Belki de ciltler dolusu bilgi ve ders vermeye çalışan inceleme kitaplarının veremediği etki ve tesiri verebilen, günün koşullarına ışık tutan büyüleyici bir dünya. Ve dahi romanlar yaralarımıza merhem olacak, sevinçlerimize yoldaşlık edecek, sorularımıza cevap olup rehberliğe soyunabilecek sadık yol arkadaşlarımızdır. İnsan yoldaşını yolda bırakmamalı…

whatsapp-image-2024-08-11-at-13-01-12.jpeg

ESTETİKTEN YOKSUN BİR EDEBİYAT MÜMKÜN MÜ?

İyi hazırlanmış dosya konuları dergiye değer katan, okura meseleleri bütünlüklü görme ve yol haritasını şekillendirme imkânı sunan çalışmalardır. Ayrıca nitelikli bir dosya, dergi sınırlarını aşan boyutları hasebiyle destekleyici detaylara, inceliklere ulaştıracak kaynaklara da yönlendirmelidir. Bu veçhelerle Türk Edebiyatı dergisinin dosyalarını başarılı bulduğumu ve istifade ettiğimi ilk elden vurgulamalıyım. Türk Edebiyatı dergisi dosya konularının vefa ve unutma/ma nazarında da takdire şayan nokta atışı işler olduğunu da belirtmem icap eder.

Haziran sayısında Kırım Türklerinin hüzün ve acılarını hatırlatan, bir daha yaşamamak adına tetikte olma bilincini odağa alan Türk Edebiyatı dergisinin temmuz sayısında dosya konusu nicedir edebiyatımızda ihmal edilen, hatta terk edilen ‘estetik’ konusuyla alâkalıydı (6).

Dosyadaki yazıların sıralanışı yerli yerinde, oldukça başarılı, ki editörü hassaten tebrik etmem gerek. Kavramlar, tarihi gelişim, hayatla estetik arasındaki irtibat gibi konulara parmak basan metinlerle dosya oldukça kuşatıcı bir hal almış. Yazılardaki göndermeler ve her bir metnin sonunda kendine yer bulan kaynakçalar da işe yarar mahiyette. Derginin bu tutumunun okur adına oldukça yararlı olduğu gerçeğine parantez açmadan da geçmeyeceğim.

Nazar boncuğu babından söyleyeceğim tek eleştiri ise böyle bir konunun ilk akla gelen isimlerinden Beşir Ayvazoğlu’nun eksikliği olur. Türk Edebiyatı dergisinin önceki genel yayın yönetmenlerinden Ayvazoğlu’nun unutulduğunu düşünmüyorum. Sanırım hocanın geçerli bir mazereti söz konusuydu.

Klâsik edebiyatımızda estetiğin algılanışı ve uygulanışının tahlili, kavramın tarihi seyri, edebiyatımızda aktarılma biçimleri gibi mevzulardan sonra Enver Aykol dosyayı toparlayıcı, genel bir metne imza atıyor. Günümüz edebiyatında ve eleştirmenlerinde estetiğin terk edildiğini vurgulayan Aykol, toplum nazarında rüştü ispatlanmış eserlerin estetik görüldüğü gerçeği ile yazısını nihayete erdiriyor, Türk edebiyatının eleştirmen yokluğunda çok satan kitapların izinden gittiği sitemini dillendirerek (7).

Şerif Aydemir’in hoşsohbetler tadındaki denemelerinin yanı sıra yeni yayınların kuşatıcı ve ilham veren nitelikleri haiz değerlendirme ve eleştirilerle tanıtılması da takdir edilesi bir tutum Türk Edebiyatı dergisi adına. Bu tercihlerin Türk Edebiyatı dergisine çok yakıştığını, anlam kattığının da altını çizmiş olayım.

HAYDAR ERGÜLEN VE ŞÜREKASI

Haftalık Oksijen gazetesinin kültür sanat eki O2’nin 5-11 Temmuz tarihli nüshasında 2024 yılının başından bu yana beş yeni kitaba imza atması münasebetiyle Haydar Ergülen’le yapılmış tam sayfa bir söyleşiye yer verildi.

Röportajın girişinde yeni kitapları ve günümüz şiirine dair mülâhazalarını aktaran Ergülen, daha sonra beklendiği üzere devrim, sosyalizm, gericilik gibi sürekli tekrarlana gelen, rutinleşmiş ve içi boşaltılmış meselelere dair alışılagelmiş fikirlerini sıralamış. Özetle; “12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Türkiye’de de tek adamlılık, neredeyse sultanlık dönemi başlamış, sağcı, gerici, ırkçı, İslâmcı vs. hükümetler vd. sosyalist hareketlere vurduğu darbelerle her şeyi kaderciliğe terk etmiş, ahiret kaygısıyla beka kaygısı birleşince de güvenlikçi ve kendilerince öbür dünya için garantici bir anlayış egemen olmuş.” diyen Ergülen, malûm güruhun mümessilleri kadar kinci ve nefret dolu bir tutuma sahip olmasa da, sağ-sol ayrımı yapmadan her iki dünyanın süreli yayınlarında görünse de kafa olarak benzer yapıda olduğunu ispatlıyor.

Nasıl bir kafa bu? Zihniyetlerini ana hatlarıyla özetlemeye çalışayım: Cumhuriyetin ilk yıllarında tek adamlık, sultanlık, yöneticilerin saraylarda yaşaması gibi şeyler yoktu, şimdi var. Ahirete inanan, kaderci bir anlayışa teslim olmak uygar(!) dünya insanına yakışmaz, bu türden insanlar acınası ve cahil zavallılardır. Siyasi iktidar karşı cenahta olsa da kültürel iktidar solcu/seküler dünyadadır. Sağ kesimin yazar ve şairleri isteseler de bizim gibi edebiyat yapamazlar; çünkü alkolden, kadın ve cinsellikten, feminizmden, cinsiyet eşitliği gibi hazcı ve özgürlükçü(!) konulardan bizim gibi bahse(de-t)meyecekleri için yazdıkları ilgi çekmeyecek, sıkıcı ve banal olacak. Her ne kadar karşı camiada olsalar da bizim aramızda, yayınlarımızda yer almaya can atarlar. Çıkardıkları kitap ekleri ve dergilerinde nitelik yoksunluğundan bahse değer numune bulamadıkları için kendi dünyalarının kitaplarından çok bizimkilere yer verirler. Kitleleri okumazlar, araştırmazlar, yandaş ve holigan yapıda olduklarından yenilenmeleri ve etkilenmeleri imkân dahilinde değildir. Bundan mütevellit kendi kadim dergilerine ve yazarlarına dahi sahip çıkmazlar. Bizim kesim her şeye rağmen birlik beraberlik içinde hareket ederlerken, sağ kesim kendi içinde didişir dururlar. Antoloji ve inceleme kitaplarımızda kendi yazar ve şairlerine yer verilmemesine sitem ederler ama konuşmaya değer bir isimleri var mıdır ki? İnandıkları din gelişmeye muhalif, kuralları ve değerleri eskimiş, yani tarihe karışmış (haşa!) vs. vs.

Maddeleri daha da uzatabilirim zorlanmadan, bu kadarla iktifa edeyim; kafa yapılarının anlaşıldığını düşünüyorum.

Murat Belge vs. gibi anlı şanlı yazarlarının tuğla gibi İkinci Yeniyi anlatan kitaplarında Sezai Karakoç’un adını dahi anmamaları, Karakoç ve Özel’in hayatta olduğu bir çağda ‘körler sağırlar birbirini ağırlar’ misali sözde ehil isimler jürisi oluşturarak ve ‘yaşayan en büyük Türk şairi’ olarak kendi dünyalarından Hilmi Yavuz, Haydar Ergülen gibi isimleri dayatmaları, hiçbir ünsiyetleri olmadığı halde din ve milliyetçilik bilgiçliğine soyunarak akıl verme cüretinde bulunmaları gibi hezeyanlarına da cevap vermeye lüzum görmüyorum; çünkü biliyorum ki ikna edilmeleri, değişmeleri deveye hendek atlatmaktan daha zor. Sanırım ancak ölünce anlayacaklar yanılgılarını, arızalı inanç ve düşüncelerini.

Kendi kafalarına göre ‘en’ şeklinde hükümler vererek aslında oldukça kıymetli isimlere de zarar verdiklerinin farkında olduklarını düşünmüyorum. Böyle bir nitelendirmeden eminim ki ne Hilmi Yavuz’un, ne de Haydar Ergülen’in haberi olmuştur ve de memnun olmuşlardır. Şu kural tanımayan, para kazanma yolunda her şeyi mübah sayan kapitalist kafa yok mu, heyhat!

Çıkaracağımız en sağlam netice şu olacaktır kanaatindeyim: Herkes istediğini düşünmekte ve inandığı gibi yaşamakta özgürdür. Ebedi hesap gününde görülecek mahkemenin ve hükümlerin bu dünyada yeri olamaz. Herkes kendinden sorumludur. Fakat bu özgürlüğün sınırı başkasının sınırlarına temas etmeden ve her türlü kutsala saygı duyarak mümkün olacaktır. Siz birilerinin değer yargılarına ket vuracak, müdahale edecek olursanız aynı seviyede bir tepki almanız kaçınılmaz olacaktır. İstenmeyen şekilde davranır, lâflar ederseniz, istemediğiniz sözler duyarsınız. Bu, tabiatın kanunudur.

NOT: Bu yazım, Türk Edebiyatı dergisinin Ağustos-2024 tarihli 610. sayısında da yayımlanmıştır. Dergide yer al(a)mayan ‘Haydar Ergülen ve Şürekası’ başlıklı bölüm tarafımca eklenmiştir ilk kez burada yayınlanmaktadır.

Peyami Safa kapağıyla çıkan dergide birbirinden önemli metinler var ve TDV Kitabevleri ile kitapyurdu.com, dergi kapında gibi sitelerden temin edebilirsiniz.

  1. M. Aplay-Bartu Çay; “Öykücünün Gündemi”, Post Öykü, Mayıs-Haziran 2024, sayı:58, syf: 4
  2. Sibel Oral; ‘Elime geçeni, dilime geleni yazıyorum’, Oksijen gazetesi O2 eki, 5-11 Temmuz 2024, syf:13
  3. Ayfer Tunç; Kuru Kız, Can, İstanbul 2023, 216 s.- Ferzan Özpetek, Saklı Yürek, Can, İstanbul 2024, 166 s.- Cem Sancar, NasReddin, Sufi Kitap, İstanbul 2024, 272 s.
  4. Mustafa Özel; Roman Diliyle Emperyalizm- İş Hayatı- Siyaset- İktisat, Romanperver İktisatçı, Küre Yayınları
  5. Kemal Gündüzalp; ‘Gerçekçi Bir Roman, Notos, Temmuz-Eylül 2024, sayı:101, syf: 132-133
  6. “Sanatta Ahenk Arayışı Estetik, Türk Edebiyatı, Temmuz 2024, sayı: 609, syf: 4-39
  7. Enver Aykol, ‘Estetiğini Yitiren Edebiyat, Türk Edebiyatı, Temmuz 2024, sayı: 609, syf: 36-39

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yusuf Alpaslan Özdemir Arşivi
SON YAZILAR