İkinci Dünya Savaşında Sarıveliler
Alime Ninenin Anılarından bir kesit!
“Harp var diyorlardı, 1940’lı yılların ortalarıydı, o zamanlar on beş yaşlarında bir kızdım.
Köy ekinlerini halledince atlarımızı, katırlarımızı, eşeklerimizi yükler yaylalara çıkardık. Yaylaya çıkarken herkes sevinirdi. Şimdi biz bunları anlatınca derler ki: ne bulurdunuz o kırların başında da sevinirdiniz? Diye.
Sahi oğlaklar analarının ardından neden zıplayıp oyun oynayarak giderdi? Sıpalar eşeklerin ardı sıra neden hoplardı? Çocuklar lastiklerini ve sapanlarını hazırlayıp neden en erken kalkıp yayla yoluna hazır olurdu? Gelinler, kızlar neden en güzel giysilerini giyerlerdi ve neden en kırmızı ve pembe basmaları tercih ederlerdi? Ve neden sandıklarını dibinde çok özel günleri için sakladıkları yanar – döner ipekli tafta zıbınlarını çıkarıp giyerlerdi?
Hâlbuki hepsini zorlu bir mevsim bekliyordu: oraklar hiç elden düşmeden tarla derilecek, tarlanın bir ucuna toplanıp düğen koşulacak, günlerce boyunduruk altında hayvanlarımız neşeyle dönüp duracaklardı. Yabalar saatlerce yel bekleyecek, neticede dene bir yana saman bir yana ayrılacaktı.
Bu deneden çok tarafın nasipleri vardı. Karıncalar, geleniler, serçeler, tarla fareleri ve daha nice canlar!
En önemlisi de geniş ailemizin bütün fertleri. Ortaya çıkan elli kile buğdayın hem una hem bulgura hem düğürcüğe hem aşlığa hem döğmeye yetmesi gerekecektir.
En önemli bir taraf da devlettir. Devletimiz o sırada savaşa girmese de büyük sıkıntılar altındadır. Askerlerimiz her halükarda belli yerlere konuşlanmıştır, tehlike anında savunmaya hazır haldedir. Çörçil denen İngiliz İsmet Paşayı harbe girmeye ikna için Türkiye ile İngiltere arasında mekik dokumaktadır. Ayrıca savaşın Alman diktatörü Hitler de bizi aralarına almak için sınırlarımızda sinirlerimize dokunmaya devam etmektedir.
İşte ekmeğin en çoğu da askerimize lazımdır, çünkü vatan olmazsa hiçbir şey olmaz, söz konusu vatansa gerisi teferruattır. Bu yıllarda yirmi sene önce kaldırılan aşar yani tarla ürünleri vergisi tekrar yasalaşmıştır.
Harmanda dene saman ayrılınca devlet jandarmasıyla tahsildarını gönderirdi, yanlarına muhtarı da alan ekip bütün harmanları tek tek dolaşır, kaç kile buğday olduysa öşrünü yani onda birini ayrıca çuvallatırdı. Mesela bizim kırk kile buğdayımızın dört kilesi çuvallara koydurulup, ağızlarını mühürletip, damga vuruldu.
Devlete ayrılan bu aşar çuvalları dokunulmazdı. İçinden bir denesini bile almak kul hakkının en büyüğü sayılırdı. Çünkü devlet beytülmaldi, onda tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardı.
Hane reisine bu beş çuvalı kendi imkânlarıyla bir gün sonra hükümete teslim etmek üzere tutanak imzalatılırdı. Bir gün sonra sabah erkenden çuvallar iki eşeğe ya da varsa iki katıra yüklenir kırk km ötedeki Ermenek’te bulunan hükümete teslim edilirdi.
O gece bizim goca Şevki sabaha kadar yatmazdı, yatsa da gözüne uyku girmezdi, çünkü sabahleyin ağır bir emaneti yüklenecekti. O gece harmandan kuş uçurtulmaz, çuvalların başında adeta nöbet tutulurdu.
Kalan 36 kile evin ihtiyaçlarına çoğu zaman yetmezdi. Hele düğün yapanlara, harmana borçlananlara asla yetmezdi. Harmana borçlananların alacaklıları devlet gibi hemen harman yerinde biterdi.
Kalan buğday yetersiz kalınca dağ armutlarını toplar kurutur un öğütürken buğdayın içine katardık. Bazen darı sümeklerini yani mısır kekeçlerini de döver öğütülecek buğdaya karıştırırdık.
Buğdayları unluk, bulgurluk diye ayırır, kışlık yiyeceklerimizin hazırlanmasına geçerdik. Eylül ayı boyunca bulgur işiyle uğraşırdık. Gelinlerin ve kızların ellerinde bir bakmışsın kalbur, bir bakmışsın gözer bir bakmışsın elek olurdu damlarda.
Değirmenden unlar gelince koca kış girmeden ekmekler atılırdı, birimiz ekmek atacağında bütün komşu kızlar, gelinler billenirdi. Saçların üzerine koca koca yufkaların biri atılır biri alınırdı. Üç beş küren kupkuru yufka titizlikle duracağı yere yerleştirilirdi.
Ekim ayı gelip ekinler ekilince ahırların odunla dolmasına gelirdi sıra. Hele bir de ev yapacaklar için ormandan direk kesmek ve odun eğlemek büyük bir meşguliyet idi.
Ormancılar devletin içimizdeki fertleriydi, orman kanunları çok sertti o zamanlar. Az çok köylüye yetersiz olsa da, odun eğlemek için bir zaman tanınsa da direk kesmek ve latalık / tahtalık çam ve katran devirmek için hiçbir tolerans yoktu. Yakalandığın anda bütün suç aletleri satılır büyük cezalar kesilirdi.
Kasabadaki manifaturacılar en çok borçlandığımız esnaftı. Düğünde, nişanda, cenazede, bebek beklemede esbabı onlardan görür parasını harmana bırakırdık. Eğer harman, borcu ödeyemezse alacaklı alacağına karşılık tarla rehin alırdı, daha sonra yine ödenmezse o tarlayı senetle satardık alacaklıya.
Çok borcu olanlar başta olmak üzere evin erkekleri, harman kalkıp ekim yapıldıktan sonra Aydın’ın yolunu tutarlardı. Alanya tarafına gidecekler iki günde sahile inerlerdi, bir gece Gödüre köyünde yatarlardı. Karaman üzerinden katarla İzmir tarafına gidecekler de üç günde döşlerinde bir mitil ve yorganla şehire varırlardı. Karamana varmadan bir gece Aladağ’da bir gece de Habillerde yatarlardı.
Bu savaştan önce bir goca savaş daha olmuş. İşte o savaşta dayılarım da varmış. Anlattıklarına göre Çanakkale savaşında hem düşmanla hem de açlıkla harbe tutuşulmuş. Alanda buldukları ölü bir çebici toprakla tabaklayıp kokusunu alarak yerlermiş.
1940’lı yıllarda ben genç bir kız iken koca bir öküzü keser etini hallettikten sonra derisini ortaya koyardık. Deriyi örnek bir çarık ölçüsünde parçalara ayırır ve sene boyunca giyeceğimiz çarıkları imal ederdik.
Benim gelin olacağımda çeyizimde: bir pencereyi örtecek kadar perde, abdest alınca yüzümüzü silecek yağlık, bir döşek, iki köşebaşı, iki yastık bir de yatak vardı. Bunların içi koyunyünüydü, o zamanlar pamuk olsa da bizim köyde satan yoktu.
Keçilerim kılını da heybe, çuval, tepme pantolon imalinde kullanırdık.
Satın aldığımız hiçbir şey yoktu. Ha unuttum: sadece idare lambasının fitilini ateşleyecek gazyağı ve yemeklerle hayvanlara tuz alırdık.
Üstümüzde ne varsa hep kendi mamulümüzdü. Çarığımızı öküzümüzün derisinden, şalvarımızı keçilerimizin kılından, donumuzu ve göyneğimizi tezgâhımızda dokuduğumuz satıraç bezinden kesip dikerdik.”
Alime Utku ninemiz kafa kağıdında 1933 yazsa da gerçekte 1930 yılında Sarıveliler’de dünyaya geldi. Merhum Şevki Utku’nun eşidir. Konya’da çocuklarının yanında ikamet ediyor.
Yukarıdaki anılar Sarıveliler 1830 – 1845 – 2023 adlı eserden kısa bir bölümdür.
Bu eserde Sarıveliler ve o zamanki on altı köyünün kısa tarihi, 1830’da isim isim atalarımızın nüfusu, 1845’te dedelerimizin hane mal beyanları, 1967 - 1956 – 2023 arası Sarıveliler ve Göktepe de görev alan bütün belediye başkanlarımızın kısa hayat hikâyeleri ve 2023’e kadar beldenin genel bilgileri ve sizlerin renk katan son yüz yıl anıları bu kitaptadır.
Gelecek nesiller ve torunlarınız da sizi okusun isterseniz kitapta siz de işyerinizin kartvizitiyle yer alabilirsiniz!
Kartvizitinizle yer almak için, basıldığında iki kitap alma sözünüz yeterlidir. İki kitap karşılığı beş yüz lira olup kitap tesliminde talep edilecektir.
Bu eser yaklaşık olarak destekleyici ve alıcı sayısına göre basılacağından şimdiden isim ve telefon yazdırıp ayırtabilirsiniz! Ayırtanlardan eline kitap teslim edilmeden bir nakit isteği kesinlikle olmayacaktır.
Sevgi ve saygılarımla arz ederim!
Lütfen taleplerinizi alttaki kanallardan iletiniz!
Mükremin Kızılca mukremin.k55@gmail.com / 0535 738 6854
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.