“ HAK DOSTUM HAK!”
Eski Ramazanlarda, Karagöz-Hacivat vardı. Meddah vardı. Orta Oyunları vardı. Şimdiki çocuklar bunların hepsine yabancı, hepsinden de mahrum yetiştiler!
Ramazanların vazgeçilmezi olan Karagöz-Hacivat, Karagözcü’lüğün piri sayılan Şeyh Küşteri’nin ölümüyle tarihe gömülmüş gitmişti.
Rahmetli Hayali Küçük Ali’nin adeta küllerinden alıp yeniden hayata döndürdüğü ve sevdirdiği, tam 60 yıl oynattığı Karagöz-Hacivat’ta, Tuzsuz Deli Bekirler, Beberuhiler vardı.
“Yâr bana bir eğlence medet!...” diye başlardı Karagöz-Hacivat.
Sonunda da, “ Yıktın perdeyi, eyledin virân, varayım sahibine haber vereyim hemân..” diye de sona ererdi.
Hayali Küçük Ali bu dünyadan göçüp gittikten sonra, ortada kalan Karagöz-Hacivat’a son yıllarda, açıkgöz komşumuz Yunanlılar, Hacivatis-Karagözis diyerek sahip çıkmaya ve kendilerine mal etmeye bile kalktı.
Meddah hikayeleri Osmanlının son yıllarında rahmetli Kel Hasan’la başladı, o kavuğunu rahmetli İsmail Dümbüllü’ye bıraktı, Ondan rahmetli Münir Özkul’a, Özkul’dan Ferhan Şensoy’a, Şensoy’dan da Rasim Öztekin’e geçti. Meddah kavuğu Rasim Öztekin’de. “ Hak dostum Hak!” diye başlayan Meddahların çok ama çok önceleri köy odalarında ve kahvelerde teravih sonrası anlatılan hikayelerle başlamıştı. Meddah hikayeleri, “ Sürç-i lisan eylediysek affola” diye biterdi.
Meddah ve meddahların insanları gülmeden kırıp geçiren ve düşündüren hikayeleri vardı.
Meddah hikayeleri zaman içinde kayboldu gitti!
Orta oyununun Kavuklu ve Pişekâr’ı vardı. Her türlü komikliği yerinde ve zamanında yapan ancak ders veren İbiş vardı. Memiş vardı. İbiş ile Memiş hikayeleri Keloğlan hikayelerinden esinlenmişti belki de…
Ne Ortaoyunu kaldı, ne Keloğlan!
Bizim çocukluğumuzda dedeler, Ramazan gecelerinde, Hz. Ali’nin Hayber Kalesi Cengini, Kan kalesi Cengini ve Seyyid Battal Gazi hikayelerini anlatırlardı torunlarına…
Şimdi, dede ve ninelerin anlattığı masalları dinleyen çocuk kalmadı.
Eski masallar, 1001 gece masallarından esintiler taşırdı.
Babaanneler ve Anneanneler ne güzel masallar bilirlerdi. O masal ve hikayeleri onlardan dinleyen annelerimiz o kültürü yaşatırken, torunlarına da aktardılar…
ESKİ RAMAZANLAR MANİ’SİZ OLMAZDI!
Ramazan ayı sessiz sedasız geçiyor. Arada telefonla konuşulmazsa, kimsenin kimseden haberi yok. Ne iftarlara gidi-gelmek var, ne gece teravihlerde camilere gidebilmek, ne kahvelere takılmalar, nede gece dükkanını açan esnaf kardeşlerimizi ziyaret etmeler.
Haberleşmeleri internet üzerinden face arkadaşlarımızla yapıyoruz. Herkesin herkesten haberi bu şekilde oluyor.
Korona günleri yüzünden hem eve kapandık, hem de az biraz içimize. Bu mevzu, arkadaşlarımızın ses tonlarına yansımış vaziyette. Birde Ramazan olunca, insanımız daha bir duygusal, daha bir mahzun!
Ne mi diyorlar? Korona yüzünden evde kaldık mı, kaldık! Hayat eve sığar dendi mi, dendi! Evde kal, güvende kal denince, evimizde oturduk mu, oturduk!
Bu lafları sıralarken, kendimizi anlatıyoruz tabi ki, yani 65 yaş ve üstü denilen yaş grubunu.
21 Mart’tan bu yana evde kal faslındayız ve Ramazan ayındayız!
Ramazan ayı bizim çocukluğumuzda çok daha renkliydi. Mesela, Ramazan manileri vardı. Sahur vaktinde davulcular, “Yeni Cami direk ister. /Söylemeye yürek ister./ Benim Karnım toktur ama./ Arkadaşım börek ister.” gibi maniler söylerlerdi, çok eskiden İstanbul’da.
Bundan 19 yıl önce, Ramazan manileri yazıyordum. “ Hoş gelmişsin ey Ramazan / Bugün daha tatlı ezan / Zengin-fakir her hane de / Heyecanla kaynar kazan “ diye, Ramazanın girişine bir mani yazmışım.
Birde dönemin Konya Valisi Ahmet Kayhan’a hoşgörüsüne sığınarak bir mani yazmıştım.
“Valimize, Valimize / Hiç bakmıyor halimize / Bir çorbayı çok mu görür / Ramazan’da hepimize” diye.
TOP ATILDI MI?
Yaşadığımız şehirlerde artık Ramazan topu yok...Ramazan topu, ramazanların bir nişanesiydi.
Ramazan topu atılmadan, kimse açmazdı orucunu...Ezan okunsa dahi, top atılmadan iftar, iftar olmazdı...En doğru vakit, iftar topunun vaktiydi...
Evde okuma yazması olsun olmasın, herkes için iftar topunun sesi geçerliydi. Kulakları az işiten dedeler ve nineler sık sık sorarlardı; Top atıldı mı?
Herkesi gözü-kulağı Ramazan topunun sesindeydi. Top atıldı dendi mi, oruçlar açılır, sigara tiryakisi büyükler bir sigara içmeden sofraya sokulmazlardı.
İşte size o yıllardan kalma bir Ramazan topu hikayesi;
Sigara tiryakisi dedem, Ramazanlarda en çok sigarasızlığa dayanamazdı. Açlık susuzluk önemli değil, şu sigaraya bir çare bulsalardı derdi.
Tahminim o gün, sigarasızlık iyice vurmuştu dedemi. İftara bir saat falan kala, başladı sormaya...
Top atıldı mı?
Atılmadı...
Kim atıyor topu?
Senin asker arkadaşının en küçük oğlu dede...
Muharrem mi?
Yok onun oğlu...
Muharrem yürümeyi bilmezdi. Sağını solunu öğrenene kadar üç ay geçti...Yürümesini ben öğrettim Muharrem'e...İrfan çavuşum der, başka bi şey demezdi, ne zaman topçu oldu o?
Dede, Muharrem değil, Ramazan...
Onun atacağı topa kaldıysa yandı ahali, yandı...Askerde, biz sahra topçusuyduk. İlk gün, top atışları yapılacak, topu ateşledik. Muharrem hemen yanımda. Öyle bir korktu ki, düştü bayıldı garip...
Yok dede, Ramazan, Ramazan...
Tamam işte, Ramazan ayındayız ya...
Bugün oruç kaç?
Dedeee!...
Sağır mı var ülen?
Dede, Muharremin oğlu Ramazan atıyor topu, Muharrem değil...
Kepçe kulaklı oğlan mı?
Oğlan değil dede, adam, adam... Kırk yaşından da fazla.....
Ben kırk-mırk anlamam, top atıldı mı?
Az kaldı dede...
Ne diyor?
Az kalmış...
Ülen yalancılar, size inat topun yanına ben varacam...
Dedeeee....Top atıldı...
Yemin et!...
Valla, billa atıldı....
Ver şu cigaramı, çakmağımı...
Çorba içte öyle yak dede...
Dedem çaktı çakmağı, yaktı sigarasını...
Derin bi nefes çekti sigarasından, gözleri daldı gitti...
Beş-on dakika sonra sokuldu sofraya...
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.