Soğu ciğerim soğu!
Nisan ayının sonlarıydı. Eskiler bu aya Nisan yerine april derlerdi.
Bu ayın başında sılaya dönen kuşlar topluca dev bir ağacın başında ses yarışına girerler eşi olmayanlar burada çeşitli gösterilerle eşlerini bulup yuva işine girişiklerdi.
Yılanlar aprilin sonunda eşlerini arar eğer bulurlarsa çakıl omaklarının arasında, eşiyle beraber sarmaş dolaş yarım metre havaya kalkarak çiftleşirlerdi.
Kedilerin sesi akşamları mırnav olduklarında yeri göğü inletirdi. Baharın canlılığı ve haşmeti bütün yönleriyle çökmüştü.
Akşamları bütün kuşlar sesini keser sadece duduk kuşun sesi duyulurdu. Kendisi yuva yapmayan duduk kuşlar yumurtlama zamanı hazır bir yuvadaki diğer yumurtaların arasına yumurtasını bırakır takibe geçerdi. Bazı kuşlar bunu anlasa da bazıları diğer yavruları ile beraber çıkarır onun yavrusunu da büyütürlerdi.
Ama Ünzile'nin duduk kuşa benzer bir tercihi hiç olmadı. Hatta ona: “Bu beş çocuğun hepsine bakamazsın, Ermenek’te, Karamanda dutma alırlarmış, sen de beş çocuğun ikisini bari dutma ver” dediklerinde bu fikre hiç sıcak bakmadı. O kocası öleli beri çocuklarına kol kanat gerip ele güne muhtaç etmemek için çırpındı. Onları hep kendi yuvasında tuttu.
Ünzile tarlalarını boyundurukta ineğinin dengine eşeğini koşarak sürdü.
Çocuklarına ummamaları için lokantalardan, kalabalıklardan, çarşılardan uzak durmalarını öğütlerdi.
Ünzile çocuklarının kışlık ihtiyaçlarını karşılamak için lazım olan unluk, bulgurluk, tarhanalık, irmiklik, dövmelik buğdayları kaldırabilmek için yaylada bulunan iki koyağını da her yıl ekerdi.
Bu iki koyak bir kile tohum alıyordu, bir kile tohumdan 10 kile buğday ümit ederdi Ünzile Hanım.
Herkesin buğdayı arı buğday, akyannas olurken onunki hep Çavdarlı buğday olurdu.
Haziran geldiğinde çavdarların buğdaylardan 30 santim yüksekte beraberce dans etmeleri, rüzgârın ritmine ayak uydurarak ahenkli ahenkli başakları eğik yön değiştirmeleri görmeye değerdi. Hele hele torgayların çavdara konmaya çalışmaları ama bir türlü tutunamamaları görenleri mest ederdi.
Her şey umduğu gibi gitmişti. Allah bire on, bire yirmi, bire yetmiş, hatta bire 700 bile verirdi yerine ve tohumuna göre.
Ama o bire ona razıydı ve Ağustosun ortalarında biçtiği ekinleri harmana toplayıp yine boyunduruğun diğer dengine eşeğini koşarak üç gün düven sürdükten sonra 10 kile çavdarlı buğday elde etmişti.
Biraz zengin olanlar yayladaki Yörüklerden bir çift gölük kiralayarak öküzlerin üç günde sürdüğü düveni bir günde bitirip köye erken dönerlerdi.
Ünzile Hanım un ufak olmuş sapların buğdayını, samanını ayırmak için ortaya toplamış rüzgâr bekliyordu.
O gün, gündüz hiç rüzgâr esmedi, ikindiden sonra hafif hafif yayla yelleri vurmaya başlayınca yabasını alarak malamanın başına geçti.
Hem dua ediyor hem de bir şeyler mırıldanarak yabayı daldırıp daldırıp havaya savuruyordu.
Ay aydındı, mehtaplıydı, dolunay şıngır şıngırdı. Samanyolunun parlak yıldızlarının ışıklarına yer vermeden her tarafı aydınlatıyordu.
Ay ışığında harmanın bir tarafı buğday bir tarafı saman tamamen birbirinden ayrılmış olarak işini bitirdi.
Samanın ve buğdayın üzerlerine çul çapıt, düven takları ve ardıç dayakları örterek salınık olarak bırakılan hayvanların zarar vermemesi için rahatça uykuya daldı.
Ne kadar da olsa Ünzile Hanım'ın gözüne zerre uyku girmiyordu. Onun düşüncesi “acaba salınık mallardan birisi gelir de buğday yığınını açar yer miydi ve yetimlerinin bir yıldır beklediği kışlıklarına bir ziyan gelir miydi?”
Bazen uyandı, bazen daldı, bazen hımırdı.
Ay aydın olunca sabahı yıldızlardan keşfederdi. Bir ara kalkınca Ülker ve terazinin henüz kuşluğunda olduğunu görüp gene sokuldu çocukların arasına. Ala bulaşık bir uykuyla şafağın attığını fark edince kalktı.
Her zaman yaptığı gibi suyun gayet az olduğu bu yaylada abdest için ayırdığı ıprığa yönelmeden harmana yöneldi.
Korktuğu başına gelmişti Ünzile hanımın: saman öylece durduğu halde buğday çeçinin bir köşesi açıktı, bayağı bir zarar vardı.
Ortalık yerde bir çift öküz dolaşıyordu, karınları ise zımba gibiydi. En büyük çocuğunu kaldırarak: “guzum gag şu meretleri az öterek sürüver gel” dedi.
Ünzile Hanım üzerlerini tekrar örttükten sonra ıprığını alarak abdestini alıp sabah namazı için kıbleye yöneldi: “yönüm kıble, kıblem Kâbe, niyet ettim Allah rızası için sabah namazını kılmaya” dedi.
Beklemeye tahammülü yoktu, öküzlerin sahibi olan komşusuna vararak buğdayının iki kilesinin yenmiş olduğunu, ödemesi gerektiğini söyledi.
Öküzlerin sahibi Ünzile Hanım’a şöyle söyledi: “Ünzile eğer senin buğdayını benim öküzler yediyse mutlaka deneleyeceklerdir eğer denelerlerse iki kile buğdayını söz, vereceğim” dedi.
Bir gün geçti iki gün geçti ama öküzler denelemedi.
Ünzile öküzlerin ötürüp ötürmediğini uzaktan takip ediyordu. Çünkü deneyi çok kaçıran davar veya sığır eğer ötürürse kurtulmuş sayılırdı. Ama ötürmezse kesin deneleyecekleri ve şişip ölecekleri gözüyle bakılırdı.
Ünzile son bir daha vararak öküzlerin yediğine inandığı buğdayları tekrar geri istedi.
Öküzlerin sahibi bu sefer kızdı “bak Ünzile denelerse vereceğim dedim, ama bak denelemediler, bırak birer kileyi, birer kutu bile buğday yeseler bu öküzler denelerdi” diye son noktayı koydu.
O zamanlar harman işi bitince kısır sığırlar, boş eşekler, atlar, katırlar yaylaya salıverilir kendileri pınarlardan sulanır, ekin yerlerinde yayılır harman yerlerinde yatarlardı.
Bu durum başladıktan sonra üç gün sonra öküz sahiplerinin iki öküzünün yattıkları yere gelmediği görüldü.
Her tarafı aradılar yan komşulara sordular diğer yayla ahalisine haber bıraktılar ama görünürlerde iki öküzden iz yoktu.
Aradan 24 saat geçtikten sonra komşu köyün yaylacılarından birisi göründü tepenin başından.
“İki öküzünü kaybeden kim?” diye sordu.
Ona öküzün sahibinin yerini gösterdiler.
“Öküzleriniz Kayabunar'ın başında suyu içtikten sonra denelemişler, yatıyorlar, ölmüşler galiba” dedi.
Vardıklarında öküzlere bıçak çalacak bir durum yoktu, burada bol miktarda suyu bulan öküzler denelemişler ve şişe kalmışlardı. Etrafta ötürükleri de görünmüyordu.
Durumu Ünzile de takip ediyordu, denelediklerini öğrenince herhalde bizim yetimlerin hakkı olan iki kile buğdayı getirir, diye biraz daha ümitlendi ama arkasını hiç aramadı.
Gelen giden yoktu.
Ve “soğu ciğerim soğu” dedi.
Mini sözlük
Çeç: buğdayın yalnız hali
Deneleme: sadece buğday arpa gibi tahılları yiyerek şişip ölmek
Dutma: yoksul ailelerin çocuklarını evlatlık vermeleri.
Gölük: at
Hımırmak: uyku ile uyanıklık arası, kendinden geçmek.
Kile: Bir kile sekiz kutu, bir kutu da yaklaşık altı kilo kadardır.
Malama: buğdayın samanla beraber hali
Mırnav / gırnav: eş arama dönemi
Omak: yığın
Ötürük: ishal
Soğu ciğerim soğu: zalimin başına gelenle mazlumun rahatlaması
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.