Allâh’a dayan sa’ye sarıl hikmete râm ol
Materyalizmin kölesi haline geldik manayı bir kenara attık, her yeri madde ile donattık. Her yer madde ile dolunca mana ortadan kalktı. Materyalizm belası, birçok inanış noktamıza zarar verdi. En önemlisi, Rezzak olanı unutturdu ve rızık endişesine kapıldık. Kazanmakla yetinmedik, daha fazlasını istedik. Yakın çevremizi, komşularımızı, eşimizi, dostumuzu, akrabalarımızı, ihtiyaç sahiplerini unuttuk. Yetim başı okşamadık, beli bükülmüşlerin hayır duasına talip olmadık. Duyarsızlaştık; tabir yerindeyse gören körler haline geldik.
Kafa gözümüz görüyor ama kalp gözümüz kör… Her başımıza gelen iyi hali kendimizden bildik, gelen musibetler sonrası isyana ve nisyana düçar olduk. Rabbimize tam anlamıyla teslim olabilmiş değiliz. Taklidî imandan tahkikî imana geçemedik. Materyalizm ve modernite denilen belalar tarafından esir alınmış durumdayız.
Ailelerde apolet endişesi var, rızık endişesi var. “Aman kızım, oğlum yüksek maaş alsın, parası bol olsun, evi, arabası, yatı, katı olsun.” derken ahireti ya yaşlanınca hatırlıyoruz ya da hiç gündeme getirmiyoruz. Ahiret kaygısı taşınmıyor, taşımıyoruz. Sosyal mecralar bize çölde vaha gösteriyor; emek vermeden, cefa çekmeden lüks ve sefahat içinde yaşanan hayatları sergiliyor. Oysa dünya bir imtihan yurduyken, bizler ebedî kalacakmışız gibi yaşıyoruz.
Çalışmadan, alın teri dökmeden bir kazanç olabilir mi? İnsan, hem dünyası hem de ahireti için çaba göstermelidir. İşte bu gerçeği anlamak adına, yazımı güzel bir menkıbe ile sonlandırıyorum.
Bu da Geçer Ya Hû!
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve ona, Şakir adında birinin çiftliğini tarif ederler.
Derviş yola koyulur. Birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haydar adında başka bir çiftlik sahibidir.
Derviş, Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, güzelce misafir edilir. Şakir ve ailesi, hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır.
Yola koyulma zamanı gelince derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükret.” der. Şakir ise şöyle cevap verir:
“Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”
Derviş, Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür.
Birkaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar ve bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir’den söz eder.
“Haa, o Şakir mi?” der köylüler. “O iyice fakirleşti. Şimdi Haydar’ın yanında çalışıyor.”
Derviş hemen Haydar’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üstünde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haydar’ın yanında çalışmaya başlamaktır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haydar’ın hizmetindedir.
Şakir, bu kez dervişi son derece mütevazı evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır.
Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır:
“Üzülme… Unutma, bu da geçer…”
Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir. Haydar birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir, artık Haydar’ın konağında oturmaktadır. Kocaman arazileri ve binlerce sığırıyla yine yörenin en zengin insanıdır.
Derviş, eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır:
“Bu da geçer…”
Bir zaman sonra derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır:
“Bu da geçer…”
Derviş, “Ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar! Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…
O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok özel bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın…
Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz. Sultanın adamları, bilge dervişi bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir.
Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü yüzük son derece sadedir. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir tebessüm yayılır:
“Bu da geçer…”
Son Söz
Bu dünya bir imtihan yeridir. Mal, mülk, makam, servet ve şöhret bizlere emanet olarak verilmiştir. Tıpkı Şakir’in hikâyesinde olduğu gibi, hiçbir şey kalıcı değildir. Bugün zirvede olan, yarın yere düşebilir; bugün darda olan, yarın bolluğa erişebilir. Önemli olan, Allah’a teslimiyet ve sabırdır.
Ömür dediğimiz şey, göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Gerçek huzur, dünyalık peşinde koşmakta değil, kanaat edip şükretmekte gizlidir. Bu gerçeği unutmayalım ve her hâlükârda şu cümleyi aklımızdan çıkarmayalım:
Bu da geçer ya Hû!
Allah’a emanet olun.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.