DÜNYEVİLEŞME
Dejenere olmuş toplum hayatında muhafazakârlık bir çöküntüye uğradı. Nerede insanlık erdemi varsa onlardan uzaklaşılmış, İslam’ın emirleri yok sayılırcasına kişisel menfaatler, lüks hayat ve nemelazımcılık almış başını gidiyor. Ortada güven, dürüstlük ve çağın gereği bilgi kalmamış, Allah’a karşı sorumluluklar unutulmuş, makam mevki için kula kulluk, el etek öpmelerle birlikte şirkler almış başını gidiyor. Sözde inanan insanlarda olması gereken çalışkanlık, dürüstlük, güvenirlilik, vicdan, iyi huy, en önemlisi ahlaki değerler ve davranışlar inançsız insanların elinde kalmış.
Dünyanın bir ucundan Rachel diye bir kız Filistin’e geliyor ve buldozerlerin altına kendini atabiliyor ama benim inançlı muhafazakâr insanlarım sadece dua da kalıyor. Oysa Filistin’deki bu vahim durum için aynı duayı diğer inanç sistemindeki insanlar da yapıyor. Arada ki fark ne sizce?
Her şey, eğitim sistemiyle, insanın okumasıyla, kendini geliştirmesiyle ahlaki ve vicdani olarak gelişiyor. Maalesef toplumda muhafazakâr diye tabir ettiğimiz inançlı insanlarda güven, ahlak, dürüstlük problemleri ortaya çıkmasıyla, lüks hayat düşüncesinden dolayı vicdan ilkelerinden uzaklaşmalarından dolayı, inançlarını dünyevi amaçlara ulaşmak için sanki bir araç gibi kullanmaya başladılar. Maalesef lüks hayata alışan muhafazakar kesim dünyevileştikçe bunu açıkça gösteriyorlar. İşte bütün mesele burada, tam anlamıyla iman etmek veya inancını dünyevileştirmek. Peki, böyle insanların inançlarını dünyevileştirmeleri ve inançlarını bu amaçlar doğrultusunda kullanmaları, inançsızlığın, daha doğrusu İslami tabirle “münafıklığın alameti” değil midir?
Yani ortada suni bir din yaşayışı hâkim. Ve bu hâkimiyette insani kâmil olma özelliğinden yoksunlaştırıyor, insanları daha çoğa yöneltmek için aldatma, kandırma ve maskeli dolaşmalarına neden oluyor. Rachel buldozerin altında kalırken, bizim muhafazakâr kesimse yaşadıkları çöküntüyle münafıklığın altında ezilmekteler ama farkında değiller.
Maalesef öyle bir hal aldık ki, ihtiraslarımızın kurbanı olup, ihtiraslarımıza teslim olmaya başladığımız zaman, insanlar bunu erdemli bir hareketmiş gibi görüyor, övüyorlar ve teşvik bile ediyorlar. “Kazan kazan veya kazanmak için her yol mubahtır” diye eğitim dolu sözlerle sözde özgüven aşılayıp, nesillerin bozulmasına çanak tutuluyor. Kazanmak, iktidar düşkünlüğü, hırs, açgözlülük, şehvet, kibir, öfke ve intikam duygusu hücrelerimizin en ince noktasına kadar yerleşmiş olacak ki, bir başkasının sırtına basmak ve adam kayırmacılık, korumacılık adı altında saygın bir tavır olarak görülmektedir.
Maalesef toplum, kutuplaşmayı da zirvede yaşıyor. Laikler, Kemalistler dindarlar, ayrılıkçılar, ne ararsanız var. Ama insanların kutuplaşmasını garipsememek lazım. Eğitmenler kendi arasında farklı sendikalarla kutuplaşmış, diyanet mensupları da onlar gibi kutuplaşmış. Hal böyle olunca da eğitim ve dini bilgilerin başkalarının ellerine geçmesiyle toplumun kutuplaşmasını anormal görmemek gerekir. Maalesef bu kutuplaşma süresince hiç birimiz oturup konuşmadık, bir şey söylemedik, söylenenleri de dinlemedik veya hep bir ağızdan konuşarak laf kalabalığı yapıp söylenenleri anlayamadık. Ya da dinler gibi görünüp aslında cevap vermek için beklediğimizden bir şey öğrenme derdimiz olmadı, sadece dinlerken cevap verme telaşına düştük. Gelinen sonuçta, toplumun huzursuzluğunun, inançsızlığının, saygısızlığının ve cehaletin en güzel örneği oldu. Ve sonucunda yaşanan o ki; herkes borazan gibi bağırıyor, “bir gün elime fırsat geçerse bana yaptıklarının kat be kat fazlasını ödetirim” diyor, affetme duygusundan yoksun kalıyorlar. Bunu her kesim farklı farklı uyguluyor, intikam duygusundan vazgeçmiyorlar. Göz ardı ettiğimiz bir şey var ki, Hz. Ali efendimizin de söylediği gibi “Mazlumun intikam aldığı gün, zalimin zulmettiği günden daha korkunçtur."
Maalesef bu ayrışmanın en vahimi de dindar insanların kendi içlerinde kutuplaşmaları. Dini ve kültürel eğitim ayaklar altında. Peki, Diyanet bu işin neresinde derseniz, onlar da bu işlerin dünyevileşme boyutunda ilerliyorlar. İşte asıl sıkıntı burada. Dünyevileşen diyanet, din işlerine fazlaca önem vermediğinden, meydan tarikat veya cemaat dediğimiz unsurlara kalıyor, onlar da okumayan, aydınlanmamış insanları istedikleri gibi yönetmekte ve kendilerince bir güç oluşturmaktalar. Bunun en güzel örneğini de 15 Temmuzda bu ülke acı bir şekilde yaşadı.
Peki, bu kutuplaşma ve ayrıştırma nasıl önlenir? İlk önce, dini, kültürel ve ilim öğreten insanların kendisini sorgulaması lazım. “Ben neyi, ne kadar biliyorum ve bu insanlara ne öğretebilirim?” diye. Maalesef hiç kimse bu sorgulamayı kendilerine yapmıyor, kendilerini geliştirme yoluna gitmiyorlar. Oysa toplumda, aile bireyleri, eğitmenler ve öğreticiler birer fikir üreticileridir. Eğitimin kalitesini de bu fikir üreticileriyle belirlenir.
Tepeden tırnağa hiç kimse geminin su aldığının farkında değil galiba. Bu bilgisizlik, bu cehalet ve bu kutuplaşma sonucu amaçsız gemi gibi denizin ortasında oradan oraya sürükleniyoruz. Rüzgâr var, yelkenler de açık ama kısır çekişmeler ve dünyevileşmelerden dolayı dümeni ne tarafa kırmalı bilemiyoruz. Belki de biliyoruz da rahatımızı bozmak istemediğimizden, hayatın akışına bırakıyoruz kendimizi.
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.